
ANADOLU’DA KIZ ÇOCUĞU OLMAK
Anadolu’da kız çocuğu olmak, köklerini derinlere salan bir fidan olmakla rüzgârda savrulan bir yaprak arasındaki çelişkide yer bulur kendine. Bu topraklarda hayat bulan efsaneler, masallar, hikâyeler, atasözleri ve deyimler, kız çocuklarını bir yandan el bebek gül bebek büyütülen, diğer yandan omuzlarına dünyanın yükü yüklenen bireyler olarak resmeder. Onların varlığı, her haneye farklı bir anlam katar. Kimine göre evin bereketidir, kimine göre narin bir çiçek, kimine göreyse bir gün gönderilmeyi bekleyen bir emanettir kız çocukları. Onlara dair söylenen sözler, toplumun biçtiği rollerin şifrelerini taşır. “Kızını dövmeyen dizini döver” diyerek disiplin ve itaat vurgulanır. “Oğlan doğuran övünsün, kız doğuran dövünsün” sözü, kız çocuklarını küçümseyen zihniyetin izlerini yansıtır. Ama aynı zamanda, “Kız evi naz evi” denilerek kız çocuklarının narinliği ve inceliği öne çıkarılır. Bir de bakarız, “kız anasından öğrenir sofra düzmeyi” ya da “biçki biçmeyi” denilerek daha küçücük yaşlardan itibaren toplumsal rollerine hazırlanmaya başlanılır.
Kültürel pratiklere bakıldığında tablonun ne kadar karmaşık bir hal aldığı aşikârdır. Atasözleri ve deyimlerin sistematik bir biçimde kız çocuklarına belirgin bir rol atfettiği görülür. Bu rolle ilintili olarak kız çocukları birer emanettir ve emanetin yerine ulaşması adına söylenir tüm sözler.
Evlilik çağına gelindiğini “Kızın boyu bacadan aştı mı?” diye sorarak dile getirirler. “Anne ile kız helva ile koz” sözüyle annelerle kızlar arasındaki güçlü bir bağa vurgu yapılır. Öyle ki anaların bahtı, kızlarının yazgısına sirayet eder. Kimi zaman da analar kızlarına taht kurar ama baht kuramaz. Bir kızın karakterini öğrenmek isteyenler önce annesine bakar, zira “anasına bak, kızını al” sözü, toplumun bu konudaki anlayışını açıkça yansıtır. Hamarat bir kız her zaman makbuldür, hatta bu özelliğiyle ön plana çıkan kızları “leğen başından almak” deyimiyle tarif ederler.
Evlilik meselesinde denge önemlidir. Fazla seçici davranan biri, kendini beğenmediği biriyle evlenmek zorunda bulabilir. İşte o noktada komşu teyzenin dilinden kurtulamaz: “Dazlayan daza düşer, kel başlı kıza düşer.” Ancak evlenmek için acele edenler de eleştiriden nasibini alır. Bu kez aynı teyze, “İven kız ere varmaz, varsa da baht bulmaz” diyerek evlilik sürecinde sabırlı olmayı öğütler. Ne var ki aynı insanlar, kız çocukları beşikteyken çeyiz sandığını doldurmayı ihmal etmeyerek, evlilik hazırlığını adeta hayatın vazgeçilmez bir ritüeli haline getirirler. Evlilik için en uygun zamanın gözetilmesi ve kaçırılmaması gerektiği “at beslenirken, kız istenirken” sözüyle vurgulanır. Ancak bu süreçte işin çetrefilli tarafları da vardır. “Kızı gönlüne bırakırsan ya davulcuya kaçar ya zurnacıya” denilerek, kızların kendi kararlarını vermesine duyulan güvensizlik açıkça ifade edilir. Komşu kızıyla evlenmek ise “kalaylı tastan su içmek” gibi rahat ve tercih edilir bir durumdur. Çünkü dünürcüler hem kızı hem de ailesini tanıyıp buna göre hareket ederler. Ancak bu süreçte kız çocuklarının maddi yük olarak görülmesi de sözlere yansır. “Bir ev donanır da bir kız donanmaz” diyerek onların bir masraf kapısı olduğu ima edilir. Hatta “Bir evde iki kız, biri çuvaldız biri biz” denilerek kız çocuğu yetiştirmenin zorluğu vurgulanır.
Bütün bu sözler; toplumun kabullerini, beklentilerini ve kız çocuklarına yüklediği rollerin ağırlığını gözler önüne serer. Bir yandan dönemin kültürel zenginliğini ve derinliğini taşıyan bu ifadeler, diğer yandan şimdinin kabul edemeyeceği anlayışların birer ürünüdür.
Anadolu kültürünün sözlere dökülmüş bu ifadelerinde kız çocukları birey değil, toplumsal rolleri yerine getirmekle yükümlü bir nefer olarak karşımıza çıkar. Ancak kız çocukları bir emanet olmaktan çıkıp kendi hayatlarının kahramanı olduklarında gerçek değerlerini bulurlar.
Neyse ki Anadolu’nun pek çok yerinde, kız çocuğu büyütmenin hem maddi hem manevi açıdan ağır bir sorumluluk olduğunun farkındadır insanlar. Söylenen bazı sözler ve anlatılan hikâyeler, aslında bu sorumluluğun altında yatan sevginin büyüklüğüne işaret eder. Kız çocukları, evin en güçlü bireyleri olarak görülür. İnsan “Nasıl olur da bu kadar narin ve zarif bir varlık aynı zamanda böylesine güçlü olabilir?” diye düşünmeden edemez. Belki de tam da bu nedenle efsanelerde, masallarda, destanlarda kız çocuklarının zekâsına, cesaretine, hatta fedakârlığına methiyeler düzülür. Saflığın ve temizliğin simgesi, aşkın ve erdemin sembolü olarak yüceltilirler.
Yine de tüm bu methiyeler, bir çelişkiyi de beraberinde getirir. Kız çocukları, bir yandan övülürken diğer yandan üzerlerine yüklenen sorumlulukların ağırlığı altında ezilmiyorlar mı? Sevgi, onları birey olarak gören bir anlayıştan mı kaynaklanıyor, yoksa toplumsal rolleri başarıyla yerine getirmeleri beklentisine mi dayanıyor? Gerçekten değer gördüklerini mi hissediyorlar, yoksa bu methiyeler sadece üzerlerine yüklenen rollerin süslenmiş hali mi?