Yasin Taçar : Kitap: Kurtların Gölgesinde

KURTLARIN GÖLGESİNDE

Savaş, yıkım demektir. Her ne olursa olsun savaşın kaybedeni daima halklardır. Evler yıkılır, çocuklar öldürülür, kayıplar bulunamaz. Savaş geldiği yeri bir daha eski haline dönmemecesine değiştir. Dünya iki büyük cihan harbi gördü. İki cihan harbinden geriye acılar, telafisi mümkün olmayan hasarlar ve sanat eserleri kaldı.

Bu sanat eserlerinden biri de Litvanyalı yazar Alvydas Slepikas’ın Kurtların Gölgesinde romanı. Yazara birçok ödül kazandıran eser bir belgesel ile roman ara eşiğinde konumlanmış. Litvanya ve halkı titizlikle yansıtılmış. Savaşın yıkımı cümlelerin arasına gizlenmemiş, edebi cümleler savaşın yıkımının arasına gizlenmiş adeta.

Savaş başlamıştır. Evler yıkılmıştır. Erkeklerin çoğu ya ölmüş ya da savaş esiri olarak kayıplara karışmıştır, kayıplara karışan insanlardan bir daha haber alınamamıştır. Kıştır üstelik. Kıtlık vardır. Yiyecek ve su erişimi imkansız nimetlerdendir. Çocuklar ise hayatta kalmak zorundadır. Ölmemeliler, yiyecek ve su bulmamalılardır.

“Kurtçocuklar” gizlice Litvanya sınırını geçmeye çalışırlar. Savaşın dozu artmakta, yıkım daha da şiddetli hale gelmekte ve kurtlar insan eti yemeye başlamaktadırlar. Kurtçocuklar işte bu atmosferde ve gerçeklikte, sınırın ardına geçip yiyecek bulmanın umudu içerisinde yaşamaktadırlar.

Edebiyat da zaten tam olarak burada devreye girmektedir. Savaşta kaç kişinin öldüğünü, kaç kişinin yerinden edildiğini, kaç kişinin kaybolduğunu tarih bize verebilir, medya da verebilir ama kaybolan bir kişinin yaşadıklarını ve hissettiklerini, yemek için mermilerin ve bombaların altından sınırı geçmeye çalışan bir çocuğun açlığını ve umudunu bize sadece edebiyat verebilir.

Edebiyat görüneni gözlemler, ardındaki görünmeyene ulaşır, görünmeyenin derinliklerine nüfuz eder ve eline aldığı görünen ile görünmeyenin karışımından yeni bir görüntü, form sunar okuruna.

Kurtların Gölgesinde de tam olarak böyle bir roman. Evet bir yanıyla kurmaca ama bir yanıyla da belgesel. O tam da bir roman olduğu için merkezde “Kurtçocuklar” var. Roman olmasaydı o çocukları biz adıyla bilirdik, isimleri savaş mağduru vb. olurdu.

Kurtların Gölgesinde yine tam da bu yüzden estetiğin içinde hikâyenin kaybolduğu romanlardan değil. Anlatım ölçülü, diyaloglar yerinde, düşünceler tüyü oynatmayacak kadar ustaca, coşkun ama seviyeli akan bir nehir.

İnsanların hissettiklerine eğildiği için savaşın arkasında insanların içlerinde taşıdıkları umudu da görebiliyoruz romanda. Bu da edebiyata mahsus bir ilkedir, lütuftur. Edebiyat dışında her tür savaşın zahirine bakar ve orada umut yoktur. O nedenle yazıyı romandan bir pasajla bitirmek istiyorum:

“Günler, hızlı ve güzel geçiyordu. Kokular, balla tatlandırılmış bir içecek gibi, ilkbaharda toprağın derinliklerinden gelerek güneşe doğru yükselene kadar dallardan akan bir ağaç özsuyu gibi havayı ıslattı, tomurcukları patlattı ve çiçek açtırdı. Bu tomurcuklarda, meyvenin gücü, ekşiliği ve serinliği hissediliyor, bu da insanın damağını ferahlatıyordu.

Günler birbiri ardına bu şekilde geçti.”

İşte düğümün kilitlendiği nokta: Bir savaş anlatısında sadece edebiyatta “günler birbiri ardına bu şekilde geçer”. Çünkü savaşın olduğu bir ülkede, zahiren herkes günlerin birbiri ardına öyle geçmediğinden emindir!