Ayşe Gülce : Bu Vesileyle

Pencere, en iyisi pencere

Geçen kuşları görürsün hiç olmazsa

Dört duvarı göreceğine.

Orhan Veli KANIK

 

BU VESİLEYLE

 

Hadi aç pencereyi! Pencere dediğin nedir ki? Koluna yapıştığında hiç mukavemet göstermeden elinin altında yumuşayıverip yüzünü sana çeviren, dışardan bakıldığında sıkı sıkıya kapalı ama zayıf tarafı kolu olan bir zavallı. Kolunu hırsla çekip elinden kurtarıp ardını dönüp gidenlerden değil pencere. Kolunu bıraksan bile bekler olduğu yerde. Açmak kolay da açılmak asıl mesele. Zayıf tarafı, zavallı falan deyince gözünde bir kadın mı canlandı? Onlardan daha kolay açılanı bulunmadı. Sahi perdeleri kim kapamıştı? Neyse hadi aç, emrine amade. Pencere, tafrasız açılır önünde. Dağlardan, tepelerden; ağaçların, otların, çiçeklerin gövdelerine sürünüp geçmiş bir hoş esinti değdirir yüzüne. Belki biraz da ışık girer içine. Gözün gönlün de açılır bu vesileyle. Seni nefeslendirecek, dünyayı gösterecek aracı niyetine. Kendini kapattığın yerde, bir hediye. Kafanın içindeki seslerden başka sesler de duymak istediğinde tut kolunu çek kendine ama incitme. Olabildiğince nazik davranmalısın, sana merhametinden önünde defalarca açılmış olan birine. Çünkü boğulmanı istemiyor içerde. Acıma değil bak sakın o ikisini kafanda denkleştirme! Onu anla. Açmazsan içerideki havaya alışacaksınız zamanla. Birlikte boğulmuş olmazsınız çünkü pencere bir tarafıyla gün batımlarına ayna. Sonra kuş sesleri çarpar bir yanağına. Yağmur damlaları kayar bir yüzünden, açmazsan dokunamazsın gözyaşlarına. Bazen dışarıdan seyretmek bazen de içeriden seyretmek okur asıl insanın canına. Gözünü seveyim kalkan niyetine şu camı kullanma. Cama çarpıp yaralanacak kuşları da içeri alırsın hem açtığında. Belli mi olur cama değil cana çarpar sana çarpar kuşlar, senin de bir merhamet uyanır koynunda. Merhameti uyandırmak için göğüs kafesinin kapısını çalan bir kuş esir olmayı göze almış demektir. Ya da açtığın pencereye olan minnetinden geri dönmeyecektir. Sen yine de onu hapsetme. Gönüllü kalsın kafeste.

O akşamüstü rıhtımdan evinin önüne doğru tırmanan yokuşu çıkarken görmüştün onları. İki yanından daha çok yukarı akıyordu, bakışları birbirine değmeyen yalnızca önüne bakan insan yığını. Yol kenarında, yokuşta oturan iki kız bir kadın. Önce şöyle bir baktın, gözüne oturmayan bir şeyler vardı başını çevirip bir daha baktığında afalladın. Birinin elbisesi pembe beyazlı tertemiz ve rengarenkti etek uçları. Dikkatle süzmüştün iki dizinin üstüne çökmüş, oturuşu terbiyeli küçük kızı. Saçları parlak canlı düzgünce taralı iki yanına iki örgü yapılmış, örgülere tutunmuş sanki küçük omuzları. Sıcacıktı sana dönen bakışları. Büyük olanınsa karmakarışık saçları. İki dizini de yukarı dikerek oturup bir şeyler yiyişi küçüğüyle tam bir tezattı. Altına aceleyle geçirivermiş bumburuşuk siyah bir şalvarı. Üstünde de aynı karanlıkta kısa kollu bir bluz, bakışları buz. Yanlarında duran kadın dünyanın en olağan işini yapıyormuş gibi. Evinin ortasına iki kızına sofrayı açıp onları buyur etmiş bir anne rahatlığıyla bağdaş kurup oturmuş elindeki kuru ekmeği bölüp bölüp yiyordu. Büyük kızın bakışları kadına değdiğinde eriyordu. Yokuşta çöplerin arasında karnını doyuran bu insanlar öyle garip görünüyorlardı ki yediklerini etrafa saçıp çöp yığınını kendileri mi oluşturmuştu yoksa oraya konmuş koca bir çöp poşetini mi dağıtmışlardı anlaşılmıyordu. Karmakarışık yiyecekler bir sürü poşetin arasından aranıp bulunuyor önlerine birikiyordu. Durup dikkatlice bakmaya utandığından -ve de böylesi ayıp kaçacağından- şöyle yokuş yukarı yavaşça adımlarken bakabildiğin kadarıyla algılamıştın bu kadarını. Onlara bakıp ağır ağır yukarı çıkarken adeta boynun uzamıştı. Yere oturmuş önlerindeki yiyecekleri alıp alıp yiyen iki kız çocuğu bir de kadın. Kadının ve küçük kızın giyim kuşamının temizliğini düzgünlüğünü oturdukları yerle bağdaştıramadın. Büyük kızı da aralarına yakıştıramadın. Kafan öyle karmakarışık başını güçlükle önüne çevirebildiğinde evin kapısını açıp yukarı çıktın. Kendini sokağa bakan pencerenin önüne zor attın. Açıp baksan doğrudan onlara bakmış olacaktın. Pencereye iyice yanaştın ama açmadın. Camın ardından baktın. Nemli havayı sıcağı akşamüstünün çöp yığınlarını dışarıda bıraktın. Neyse ne, deyip geçip kanepeye uzandın ama içinde kurtlanmasından korktuğun merakı da yatıştıramadın. Anlamlandıramadığın görüntüye kafanda bir hikâye aradın ama bir türlü bulamadın. Kalktın. Belki biraz daha izlersen aydınlanırdın. Kapalı pencerenden baktın baktın… Kendine hayali demli bir çay uzattın, oturmuyordun ama -o da hayali- ayak ayak üstüne attın. Bu alacakaranlıkta yolun kenarında çöplerin arasında rahatça oturan rahatça karınlarını doyuran insanlara karşı ne hissedeceğini şaştın. Sokakta yaşayan insanlara benzemiyorlardı sanki. Hem sokakta yaşayıp hem bu kadar temiz kalabilirler miydi? En azından ikisi. Bu kadın ikisinin de annesi miydi? Yoksa sadece küçük kızla az önce mi sokağa düşüvermişti. Yarım bırakılmış paket içecekleri bile içindeki pipetlerle içiyor ve hiç de tiksiniyor gibi görünmüyorlardı. Yoksa yiyip içtiklerini satın mı almışlardı. O eşindikleri çöpün içinden çıkarmamışlar mıydı? Kafan iyice karıştı. Kadın yerdeki poşetlerin arasında ellerini gezdiriyor bulduğu lokmayı elinde bölüp küçük küçük parçalara ayırdıktan sonra ağzına atıp yavaş yavaş çiğniyordu. Bir poşetin içini mi karıştırıyorlardı yoksa çöpün tamamını mı anlaşılmıyordu. Kadın yediği lokmadan başını kaldırıp bazı büyük kıza bazı küçük kıza bakıp gülümsüyordu. Sadece yüzlerindeki manzaraya bakarsanız sofra adabına uyuyorlardı ama bellerinden aşağıdaki manzara “Bunların burada ne işi var?” diyordu. Orta yerinden ikiye bölünmüş insanların ikiye bölünmüş hayatların İstanbul’u seni korkuttu. Evet evet içindeki duygu ne acıma ne şaşkınlık, sadece korkuydu. Yabancısı olduğuna duyulan bir yere oturtamamışlığın verdiği huzursuz duygu. Ne diyorlardı huzursuz bacak sendromu. Ne olduğu tam da tarif edilemeyen bir his işte. Öyle kendilerini yanlarından geçenlere acındıran bir halleri de yoktu. Tek kelime etmeden arada bir birbirlerine bakarak akşam yemeklerini yiyorlardı. Yokuşu çıkanlara yokuştan inenlere göz ucuyla bile bakmıyorlardı. Sadece sana çevirmişlerdi bakışlarını. Belki de sadece kendilerini fark edenleri fark ediyorlardı. Bu küçük -her iki anlamıyla garip- topluluk bir film ya da dizi sahnesinin konuğu muydu? Sağında solunda aşağısında yukarısında göremediği bir çekim ekibi mi dolaşıyordu? Bir nedene bağlayamadığın manzara seni ürkütüyordu. İnsan sebepsiz olanı kafasında büyütüyordu. Anlam veremedikçe de onların karşısında gitgide küçülüyordu. Kafasında büyüttüklerinin yanında küçücük kalıyordu. Yok muydu şu manzaranın bir kalıbı? Pencereyi açsan aşağı dikkatlice tekrar baksan kafanın üstünde bir ışık yanar mıydı? Yerinden kalkıp cama yaklaştın ama pencereyi açamadın. Zihnindeki nedensiz manzaradan kaynaklı korkunun yanına başka bir korku daha oturdu. Pencereyi açtığın an çöpler, kadın ve kızlar oturdukları yerden havalanıp tuttukları yokuşu bırakıp pencereden evinin içine akacakmış gibi bir başka korku, elinden tuttu. “Bırak o kolu, günün yorgunu! Bir akşam sofrası da sen kur, karnını doyur. Belki birazdan göreceklerin tümden kaçıracak huzurunu. Çek perdeni, yemeğini ye, yat uyu!” Böyle de olur mu? Hem anlam veremediğinden hem de anlam verirsen olacaklardan korku. Her zamanki huyu. Gerçeğe gözünü kapasan mı açsan mı? Kaparsan bilinmezin ya da bilmemezlikten gelmenin meşum uğultusu. Açsan “Bir şeyler yapmalı!”yım duygusu. Biri karanlığın biri de gereğinden fazla aydınlığın korkusu. Pencere kapalı. Dışarda mı bırakmalı yoksa açıp içeri mi almalı?

Camdan bir süre daha izleyerek zaman kazandın hem şöyle etraflıca bir kez daha baktın çekim falan yok etrafta, bu sahne hayatın. Ama hangi hayat, iyice meraklandın. Camdan kaçamak bakışlar attığından ne olduğunu da doğru dürüst anlayamadın. İnip yanlarına hayatta konuşamazsın. Gördüklerini illa kendin bir kalıba uyduracaksın. Sana söylenecek olanlara hep kapalısın. Oldun olası “Doğru değilse bana söylenenler ya kandırılırsam!” telaşındasın. Belki kandın zamanında belki kandırıldın. Yandı ağzın. Yalan mı içine kapalısın. Perdeleri açışına şükür, hatırlar mısın küçükken onu da yapamazdın. Gece gündüz kapalı tutardın. Annen kızsın, babaannen bağırsın aldırmazdın. Işıktan rahatsızsın. Öyle rahatsızsın ki oturduğun evin karşısında perdesi açık ışıkları yanan bir ev görmeye bile dayanamazsın. O yüzden buraya taşınmıştın. Şu, çatısı çoktan almış başını gitmiş binanın ayakta duran bol pencereli duvarlarına baktıkça rahatlarsın. İçinde hayat yok denemez çünkü asıl hayat bu duvarların içinden fışkırıyor sen de buna hayran kalmıştın. Duvarların boyunu aşmış ağaçlar ışığa doğru yükseliyor, sen onlarla tezat olduğundan onlara hayransın. Bilmem kaç yılından kalma bir bina, göğe doğru şapka çıkarmış gibi üstü açık, bol pencereli duvarlarla çevrili, ışığa aşık ağaçların korunaklı evi. Küçük bir orman manzarası ama dediğimiz gibi etrafı çevrili, temkinli. Sere serpe büyüyeceksen de evinde büyü, söz göğünü kapatmayacağım demiş ev sahibi. Yalnız çevrenden koru kendini. Bu ev de senin gibi ondan için ısındı belki. Görür görmez çarpıldın ve kiralayıverdin tam karşısındaki daireyi.

Sokağa tepeden bakan lambalar ve onlara da daha tepeden bakan ayın ışığı yine aklını başından alacakken tenhalaşmış sokağın aşağısından yokuşu tırmanan adamı gördün. Bir bu adama bir de şu malum manzaranın içindekilere tepeden bakmıyor lambalar. Çünkü onlar sokakla bir yaşayanlar, belki sokak onlar. Biraz yol, biraz kaldırımlar. İnsanlar diyeceğin gelmiyor, insanın anlamını kalıba koymuşlar. Kalıbın dışındakilere pek bakmıyorlar. Belki onları da şu yerde döşeli taşlarla ya da kaldırım taşlarıyla birlikte dondurmuşlar. Adam yorgunluktan ayaklarını sürüye sürüye ama olabildiğince aceleyle varıyor yer sofrasına. Diyor ki “Vesile Hanım yine mi… Siz burada…” yarım kalmış cümleleri tamamlamaya lüzum görmeyen bir samimiyet var arada. Kadın üstünü silkeleyip kalkarken lokmasını yutup mütebessim dingin konuşuyor. “Buradan geçiyorduk, rastlaştık, kızınıza eşlik etmek istedik, akşam yemeği de yememiştik.” Adam “Hey Allah’ım!” gibisinden bir bakışla gülümsüyor. Sonra sofra toplanıp poşetler kenara konuyor. Karşılıklı ufak ufak şakalaşıp gülüşülüyor, yine samimi. Kalbin yerinden oynamış aklına çelme takmış bir çalımla topu kapmış da gole doğru koşuyormuş gibi hissettirdi mi “Halinde bir tuhaflık yok.” demenin böylesi. Hadi bakalım az önceki “insanlar” kavramına çevir bakışını. Pencereyi hâlâ açmadın mı? Sen ki yılların terzisi Nizami, bak bu kalıp yeni. Ceketleri koydun üstüne, pantolonları, etekleri… İçlerine koyduğun insanları da dene hadi. Buraya uyanı yok değil mi? Unuttun mu yıllar geçtikçe, işler yetişmedikçe kumaşı serdiğinde kalıba sokmadan önce o kumaşı “hissetmen” gerektiğini. Kalıpları kendin çıkarsan da yepyeni değilmiş bak hiçbiri. Kalıba göre dikip insanları içine soktuğun kıyafetler mi diktin bunca zaman yoksa ölçülerini alırken zaten kalıbı bildiğini mi sanıyordun? Hangisi? “İnsanın kumaşı” demeyelim buna olan inancımız eskidi.

Bir yerlere nakşetmeli şu akşam vaktini. Yahut yeni bir elbise gibi dikip vitrinde sergilemeli. Unutmayayım diye bir yerlere not etmeli. En iyisi dükkânın camı. Terzi Nizami yazsını kaldırıp adını “Bu Vesileyle” koymalı. Şu kolu tutup çevireyim en iyisi. Yüzüme değsin artık akşamın ılık nefesi. Bu cam Nizami’nin insana açılan penceresi. Belki altına bir de şiir dizesi…

 

“…

Biliyorsun seni seviyorum

Pencereden bakmayı öğreteceğim sana

…”

 

Sesleniş yetti, öykü bitti Nizami. Cemal Süreya sesleniyordur belki bana da. Şiirin ortası burada ben gidip bir başına bakayım bir de sonuna. Sen de kalk bir zahmet. Beni uğurla.