GÜNEŞLE GÖLGE ARASINDA
“Girsene kızım içeri. Ne kapıda dikilip duruyorsun çıkarıversene terliklerini. Terliklerin yeni mi? Pek de güzelmiş çiçekli miçekli. Baban mı aldı kız, bakayım ayakların terli mi? Tozda toprakta koştun geldin Allah bilir, dur girmeden şuracıkta hortumla bir güzel yıkayalım da evin içine yapıştırma ayak izlerini. Bugün hava ayaz baksana, baban çorap giydirmedi mi? Kalıp sabunu ver şuradan bakayım ellerin de pis mi? Kardeşin olacak o yumurcak ben görmeden ne ara girdiyse içeri, bembeyaz fayanslarıma bırakmış gitmiş kapkara ayak izlerini. Yok anacım, babanız size yeni yeni terlikler, ayakkabılar, kıyafetler alsa ne yazar. Temiz temiz kullanmadıktan sonra çöp olur iki güne hepsi. Sen ablasın öğret kardeşini. Senin de ağzını bıçak açmıyor ki yavrum nasıl öğreteceksin kör olmayasıca konuşsana kedi mi yedi dilini!”
Hı hı kedi yedi dilimi! Seninkini yememiş de ne olmuş sanki. Ne ara konuşacağım? Ne ara beğendiğin terliğime bakıp gülümseyeceğim, ayaklarımın kirine bakıp mahcup olacağım, ne ara kardeşimi düşünüp ablalığımı sorgulayacağım, sorduğun sorulara cevap vereceğim ne ara dilim yerinde mi diye yoklayacağım es vermiyorsun ki. Düşünce akışındaki her zerre kelimelere dökülmeden edemiyor. Hepsini dudaklarının arasından salıveriyorsun. Birini bi köşeye koyayım orada dursun olgunlaşsın dışarı çıkması iyi olmayacaksa kendime saklansın yahut biraz dolansın içerde ne var ne yok baksın demek yok mu? Kafanın içi kalabalığa gelmiyor mu? Geleni anında gönderiyorsun, içinde tutup n’apacaksın zaten turşusunu mu kuracaksın. Taze taze tüket bitsin öyle mi? Duyan düşünsün tabi. Sen düşünüp ne yapacaksın ki? Aklından her geçen hakikaten geçip gidiyor. Tutunamıyorlar belli. Tutunacak dal budak yetiştirmemişsin kafanın içinde, güdük hepsi. Saç bakalım etrafa içinde ne varsa. Bir toplayan bulunur elbet benim gibi. Duyduklarını içinde biriktiren birileri vardır illaki. Sen söyledin senden geçti gitti ama benim aklımda bir yerlere takıldı belki, oralara yumurtladı çoğaldı. Kurt sineği larvalarını içime bıraktı. Zamanı gelince vızıldayıp duracaklar beynimde. Ağzımı açıp iki kelime edip uçuramam da senin gibi. Biraz sus Allah aşkına acı halime! Ben duyduklarımın hepsini düşünürüm, yaşıma başıma bakmam bir de üzülürüm. Siz “Sekiz on yaşındaki çocuk ne anlar.” der söyler geçersiniz, ben biriktiririm. İçimde mayalanır görüp işittiklerim. Hep akıllı uslu diye başımı okşadığınızda, başka çocukların yanında göklere çıkardığınızda yerin dibine girerim. Şımaracağımdan korkarsınız konuşurken de utanacağım, mahcup olacağım aklınıza gelmez. Ben dışardan gördüğünüz küçük kız değilim, düşünceleri bin yıllık bir devim. Zamanı içimde katmerledim, saniyeleri saliseleri duyup görüp koklayıp dokunduğum her şeyin üstüne boca ettim. Şöyle bir üstünden geçirivermedim. Elmalı turtanın üstüne süzgeçle pudra şekeri serpiştirmedim avuç avuç döküp yedirdim. Tek saniyeyi bile boşa geçirmedim, sözlerinizi düşündüm. Konuşurken gözlerinizi, her sözde çeşitlenen kılıktan kılığa giren yüzlerinizi, beni oturtup sevmeye çalıştığınız dizlerinizi, saçımı başımı okşamaya yeteneksiz ellerinizi düşündüm. O acıyan elleriniz başıma değdiğinde hep bir kirpiye dönüşmek istedim. Saçımın her telini dikleştirip size fırlatmak, sonra siz canınızın acısına dalmışken ağır ağır yanınızdan uzaklaşmak…
Size göre hızla akan bir zaman var. Ne çabuk büyüdü bunlar, diye şaşıran kocaman bir ağız hep açık. Size göre geçip gidiyor her şey, ömür kısacık bir anlık. Beni görünce belli belirsiz ağzınızdan çıkan kelime hep “Yazık!”. Kendi kendinize konuştuğunuzu sanıyorsunuz, duyuyorum. Şaşıracaksınız ama hissedebiliyorum. Bakışlarınızdan üstüme akan yapış yapış bir şey var, ağırlaşıyorum. Kaçamıyorum yanınızdan, nerede akıttıysanız sözde şefkat merhamet özde acıma olan bakışları üstüme, orada olduğum yerde yavaş yavaş katılaşıyorum. Uzuyor zaman donup kalıyorum. Beni böylece bin yıllık mumyaladınız aslında. Söyledim ya sekiz on yaşında değilim. Büyüdüm büyüdüm büyüdüm bin yıldır ölü değilim, düşündüklerine abıhayat içirilmiş devim. Yapışkan sargıları çözmeye gücüm yok ondan bu hareketsizliğim dilsizliğim. Sözlerinizi bin yıl daha düşüneceğim. Ben annem gibi hemen ölmeyeceğim. Hayatı, insanları anlayıp sindirene dek beynimde çiğneyeceğim. Her sözü yoğurup mayalayıp çoğalttıkça yavaşlayacak zaman, kabıma sığmayıp genişleyeceğim. Ben duyduklarıyla büyüyenim, bir gün gelecek hiçbir yere sığmayacak bedenim. Her akşam başımı yastığa koyduğumda ellerimin parmaklarını kocamanmış gibi hissederim. Gözümü kapadığımda ağır hantal parmaklarımı zihnimde hareket ettiririm. Sonra korkar gözlerimi açar parmaklarıma bakar “Yok!” derim. Hâlâ çocuk elleri bunlar, güçsüz, dayanıksızlar… Daha öyle istediklerini tutup kuvvetle sıkamazlar, incecikler dokunsan kırılacaklar. Ama yine de ben bir devim, onların düşünmediklerini düşündüm, hissetmediklerini hissettim. Bana bakınca göremezsiniz benim gibi gözlerinizi kapatmalı ve düşünmelisiniz, ben her sözünüzle yolculuk ettim, tahmin edemeyeceğiniz başka diyarlara gittim. Çok konuşmadım içimde biriktirdim de öyle büyüdüm. Taaa yukarılardan bakıyorum size ayağımı yere rap rap vurup yürüyorum, sarsıyor sarsılıyorum. Gözlerimi kapadığımda dünyayı böyle dolaşıyorum, açtığımda yok oluyorum. Sizin gözünüzde küçülüyorum, yoksa kendime kendim baksam hep böyle kocaman dururum. Gözlerimi çıkarıp karşıma koyup kendime öyle baksam hiç ufalmam. Kendi gözlerimle aracısız bakışsam, fotoğraftan aynadan şurdan burdan değil kendime kendim baksam bunu hayal meyal değil kanlı canlı bir yaşasam daha ne isterim. Bu mümkünsüz olanı da içimde büyüttüm, her Allah’ın günü düşlerim. Merakımdan kendi kendimi yerim. Acaba ben beni nasıl görürdüm… Çıplak gözlerimle izlesem herhalde kendimi daha çok severdim. Bana sarılmak nasıl bir şey acaba, saçlarımı okşamak, yanağıma dokunmak, elimi tutmak, beni uzaktan izlemek ya da yakınıma gelip gözümün içine bakmak, benimle konuşmak, sesimi karşıdan duymak… Ben gerçekte nasıl gülerim? Bir yansımada bir kayıtta değil bunu kendi gözlerimle aracısız görmeliyim anca öyle bilebilirim. Şimdi hiçbir şey yok bildiğim. Şu hayatta en çok arzuladığın şey ne, deseler. Kendimim. Kendi gözlerimle aynasız bakışamamanın kederindeyim. Kendime bakabilmeyi delicesine isteyen biriyim. Mecaz falan değil söylediklerim. Her an kendimle kuracağım ilişkinin hasreti içindeyim. Belki de beni en iyi ben severim, nasıl sevileceğimi nasıl kırılıp incinmeyeceğimi en iyi ben bilirim. Çılgınca bir korku var içimde yıllar geçecek ve ben kendime dokunamayıp, kendimi kucaklamayıp, öpmeyip, kendime gülümsemeyip, gözlerimin içine bakmayıp, sesimi karşıdan duyamayıp, kendimle merhabalaşmadan yok olup gideceğim. Kendime hasret öleceğim. Sevilesi her anımı en iyi ben bilirim ama kendimi sevemem, beni benim kadar sevecek birini de bulamam, bulsam nasıl seveceğini eksiksiz anlatamam. Anlayacak tek insan yok dünyada, bunun mücadelesini de artık vermeyeceğim, denedim.
Annem beni kendim gibi sever miydi bilmiyorum, onu çok özlüyorum. Beni sevmeye en yetenekli olan oydu ama ben olmadığı zamanlar da olurdu hayal meyal hatırlıyorum. Yabancılaşıverdiği hatta annem olmaktan bile uzağa düştüğü saniyeler nasıl geçip gitmedi de zihnimde duraklatıldı bilmiyorum. Oysa ne saniyeler yitirdim. Şöyle tutup avuçlarımla sıkmak istediğim, minik minik boncuklar gibi ipe dizip boynuma asmayı dilediğim, bir kesede biriktirdiğim ne saniyeler kaybettim, kıymetini bilemediğim. Annemi öpmüştüm ama durup düşünmedim, sarılmıştım ona kokusunu içime çekmedim, gözlerinin içine bakıp konuşmuştum ama sözlerini duydum, hissetmedim, küçücük ellerimi tutarken sıkardı bazen ben de onun ellerini tutup sıkı sıkı “Annecim seni çok seviyorum!” demedim. Kardeşim onun içinde şekilden şekle girerken dışında sadece bir yuvarlaktı, oraya yüreğimi yaslayıp dinlemedim. İçerde neler oluyor merak etmedim. Etse miydim? Annemin içinde günden güne büyüyen bir kardeş dışında günden güne çoğalan başka şeyler de olduğunu işitebilir miydim? Saniyelerden de minicik bir şeylerin bölüne bölüne çoğalıp annemi alıp gideceklerini nereden bilecektim. Kardeşimi annemin karnından aldılar ama annem kardeşimi kucağına hiç alamadı. Ben hayal ettim onu kucağında taşıdığını büyüttüğünü düşündüm. Fotoğrafları olmayacak birlikte ben düşledim onları, zihnimde fotoğraflarını çektim. Duyduklarıma gördüklerime onları birlikte ekledim. Soyut resim…
Şu halam olacak -soluksuz konuşma altın madalya- kadına da hiç uğramak istemiyorum ama babamın içi ferahlasın diye yalandan bir şeyler atıştırıp eve geçiyorum okul çıkışı. Kardeşim benim kadar itaatkâr değil yeni yeni yürüyor. Bahçeden eve evden bahçeye düzayak girip girip çıkıyor. Belli ki o da halamın laf kalabalığından kaçıyor. Bir süre sonra benim gibi beyninin içi uğulduyordur çocuğun. Bugün de Allah’tan benden hemen önce çıkıp bizim bahçeye yürümüş de onun bahanesiyle içeri girmekten yırttım. Ben bir kardeşime bakayım, deyip sıvıştım. Ekimin ortaları, hâlâ yazdan kalmaydı düne kadar. Hafif hafif tek tük etrafa uçuşan rengarenk yaprakları ılık bir rüzgâr değil de ayaz sürüklüyor şimdi. Güneş yakıyor gölge üşütüyor. Nerede duracağımızı şaştık. Bizi şaşırtan bir mevsimin içindeyiz geçen yıl da böyle olmuştu şaşırıp kalmıştık, annemin içimizi yakıp sıcaklığını alıp gidişine. Hem güneşteyiz hem de gölge… İçten yanıyoruz dışımız buz. Mevsimi düşünüp hüzünleniverecekken “Tak!” diye bir ses titremeye hazır çenemin ve sulandı sulanacak gözlerimin ifadesini değiştiriverdi. Ardından tınlamalı takır tukurlu bir yuvarlanma ve pıt. Bahçedeki ceviz ağacının altındaki kümesin teneke çatısına, oradan da yere düşen bir ceviz yüzümün ortasına düşmüşçesine canımı yaktı. Bu yıl hiç yeşil ceviz yemedim. Oysa bu zamanı iple çeker cevizler büyüdüğünde olmuşlar mı diye kırar kırar içlerine bakardım. Şimdiyse kabuğu çatlamış ceviz kabuktan kurtulup önüme yuvarlandı işte, geç kalmışım. Annem olsa bunları çoktan kırmaya başlayıp kaç azar işitmiştim kim bilir. “Bol bol yiyen bel bel bakar, şimdiden tükettin kışa ne yiyeceksin!” diyen annemi dinlemiş gibi yapar ama o evde yokken bahçe duvarının dibine oturup yirmi otuz belki kırk elli cevizi iştahla yerdim. Sayardım evet, ne kadar bel bel bakacağımın hesabını yapardım. Annemin yokluğunda ceviz yemeyi gözleyen ben şimdi ceviz yemeyip sadece annemi özlüyorum.
Geçen yıl ağustosun sonuydu. Yine duvarın dibine şuracığa oturmuş annem komşudayken cevizin yeşil kabuklarını ayırıp, kahverengi sert kabuğu taşla yarıp, içinden çıkan sarımsı ince kabuğu da sıyırıp bembeyaz çıtır çıtır süt tadında cevizleri sincap çevikliğiyle mideme indirirken düz bir taşın üstünde yuvarlakça bir taşla bir bir kırdığım acele acele çiğneyip yuttuğum cevizlerin kabuklarını bahçe duvarından aşırmaya özen gösteriyordum. Ortada delil falan kalmasın, annem beni azarlamasın. En son da ceviz kırdığım taşları atıp tertemiz kalkacaktım. Ceplerim de bir sincabın avurtları kadar doluydu ve hepsini tüketmeden kalkmaya niyetim yoktu. Kabuklarını boyumun iki katı duvardan dışarı atarken “Aaah!” diye bir ses fırlattığım kabuklarla havada buluşmuştu. Hemen kayısı ağacına dayalı merdiveni alıp duvara yasladım ve çekine çekine yola baktım. Eli kafasında komşunun yabani oğlu bana bakıyordu. Tam mahcup olacaktım ama saksıyı hızlı çalıştırdım. Burası uzunca bir yoldu, bu çocuk deminden beri yağmur gibi gökten kabuk yağdığını görmedi mi de duvarın dibine yanaştı? Çocuğun kafasına kabuğu atan ben değilmişim gibi “Kör müsün?” dedim. Yüzüme, sözüme yayılacak olan mahcubiyetimi cevizlerin yanına cebime sokuverdim. Oğlan kızardı bozardı, ağzını açtı kapattı, bir şey diyemedi başını tuta tuta yürüdü gitti. Ben de merdivenden indim ama içim de cız etti. Bu çocuk ağzı var dili yok biriydi. Buraya kadar gelip kafasını kabukların altına bile isteye soktuysa konuşup oynayası vardı belli ki. Amaaaan bana ne, dedim içimdeki merhameti de diğer cebime tıkıştırıverdim ama konuşmak için kurduğu düzene de gülümsedim. Yoldan geçiyormuş gibi yapacak da kafasını kabukların altına sokacak da ben “Afedersin!” deyip ona bakacağım da o da iki kelam konuşup oyuna çağıracak. Böyle planla falan uğraşmayıp açık açık söylese dolap çevirmeden seslense “Gel oynayalım!” dese olmaz. Yabanilik mi çekingenlik mi hiç bilemedim ama sinirlendim işte, ayıp ettimse ettim. Şu az önce ağacın tepesinden çatlamış kabuğunun içinden düşen ceviz gibi beni şaşırtıp pat diye düşsene önüme, dolap çevireceğine. Öyle kendiliğinden zamanı gelince… O zaman “Kör müsün, ne işin var burada?” diyemem işte. Ağacın yeri belli yurdu belli, kabuğu çatlamış cevizin düşeceği yer belli, anlayış gösterilir illaki. Ama sen upuzun yolu yürü gel, kabukların havada uçuştuğunu gör yine de kurbanlık koyun gibi başını altına sok, olur mu? Böyle hevesin kursağındayken bıçağı boynuna vurup kesiverirler işte.
Her neyse şimdi komşu çocuğunu daha fazla düşünecek halim yok, annem de yok. Yeşil cevizler var sadece. “Anne şimdi bel bel bakacağıma kışın bel bel baksam olmaz mı ben kurusundan çok yaşını seviyorum.” diyemedim hiç, hep gizli gizli yedim. Gizlenecek kimse kalmadı, bana söylenecek kimse de kalmadı. Ceviz de yemedim ama yeşil kabuğundaki suyu elime bulaşmış da yanlışlıkla yalamışım gibi ağzımın içinde buruk bir acı.