
FERİT
Başını yastığa koydu. Kaldırdı tekrar koydu. Olmadı saçlarını ensesinden yukarı kaldırıp savurdu bir daha koydu. Başında taşıdığı düşüncelerin ağırlığı yastığa aktı. Yastık ağırlaştı, sertleşti, soğudu, demirleşti. Başını acıttı, üşüttü. Devindi, döndü, olmadı, kaldırdı yastığı kabarttı tekrar yattı. Yattı bir daha kabarttı. Ne etse rahat edemedi. Rahat onun yatağına hiç girmedi. Nikahlayıp koynuna almak isterdi. Uyku öncesi sokulmak isterdi. Kokusunu içine çekip yumuşayan yastığına gömülüp huzurla uyuduğunu düşlerdi ama rahat onun yıllar önce yitirdiği bir şeydi. Neyseydi boş verdi. Zaten rahat başını yastığa koyar koymaz uyuyan herkesin yatağında dolaşan bir fahişeydi. Varsın onunkine girmesindi. Ama yastık işte yastık bari düşüncelere direnseydi de demir yığınına dönüşmeseydi. Başının boynunun terini emen yastık doymak bilmiyor, zihninden geçen her şeyi sömürmek istiyor, ağzını şakaklarına yapıştırıp ne yana dönse oradan besleniyordu.
Başını yastığa koyamıyor çünkü önceki gece, ondan önceki ve ondan da önceki geceler yastığa sıvanan düşünceler de orada duruyordu. Yastığı değiştirmek de kar etmiyordu. Aralarında ne ara devir teslim töreni yaptıklarını hiç bilmedi. İlkokula gitti. Masanın üzerinde demir tozları. Masaya yayılmış yumuşak bir karanlık. İçinde ışıldayan yıldızlara takılıyor gözleri. Küçük bir gece yüzü. Öğretmen mıknatısı yaklaştırıdı, tozlar hareketlendi, uçları sivrildi, dirildi. Yıldızlar kıpırdanıyor gökyüzü yumuşaklığından sıyrılıp sertleşiyor diken diken olup parçalara bölünüyor, uçları ışıldayan mızraklar gibi mıknatısa doğru doğruluyor. Az önce gece bir bütündü. Serilmiş siyah bir yorgan gibiydi. Mıknatıs geceyi böldü yorganı tiftik tiftik edip kendine çekti. Bu dirilen sivrilen sonra da kendini koyveren demir tozları kalbine ürküntü verirdi. Ona göre böyle yumuşak görünüp sertleşen, sert görünüp yumuşayan ne varsa güvenilmezdi. Yastık da öyleydi ve başını emanet edemezdi. Başını Vermeyen Ferit… Bir hikâyenin ismi olabilirdi. Demir tozları, karanlık ve delici düşünceler, başı kocaman ağır bir mıknatıs. Beyninin kıvrımlarındaki tozlar, zihni işledikçe acı veriyor kafası zonkluyor. Yastığa sıvananlar yaklaştığı an canlanıp ayaklanıyor. Başına saplanmak için dikilip hazır ola geçiyorlar. Rahat, hazır ol! Aklımızdan çıkmış, rahat yatak odamızda değildi. Rahatta değilsek hazır ola nasıl geçilecekti. Bu kadar laf kalabalığı yeter. Kafasındakiler yetmedi tuttu bir avuç toz daha ekledi. Tozlar yastıkta bekleyedursun -rahatta değil hazır olda- o başını alıp gitsin ve kendini rahatta dinleyecek birilerini bulsun en iyisi.
Karanlıkta sokağı adımlamayı severdi ama bu sefer zor geldi. Refik yattı mı acaba? Yatar yatmaz uyuduysa çok kıskanacaktı. İyi dinler, hiç konuşmaz, gözüne bakar adamın, anladığını anlarsın. Bu saatte başkasıyla muhabbet edilmezdi. Onun yastığı da demirden miydi, arasa çıkıp gelir miydi? Vazgeçti, sokak lambasını da geçti, görünmeyi sevmezdi. Kendisine seçtiği kuytu karanlıkta adımlamayacağı sokağı gözleriyle gezdi. Oturmak için bir kaldırım taşı seçti. Sağ baştan say: Bir iki üç dört beş. Beşinci taş güzeldi. Karşı kaldırıma park edilmiş arabalara bakarken içinden, gözünden hatta bedeninden; yağlı, paslı, tozlu bir sanayi manzarası geçti. İçini, gözünü, bedenini siyaha boyadı ve geceyle bütünleşti. Aslında hiç geçmezdi. Hep gözünün önündeydi. On yaşında kararan tırnaklarının içini temizleyemez dibinden keserdi. Çok sızlardı, kızarırdı, birkaç gün doğru dürüst hiçbir şey tutamazdı. Yine de parmak uçlarında, yarıklardaki karanlık onu ele verirdi de Allah’tan babası onu ele vermedi. Kendi dükkanı vardı. Takdir alamadığı gün yağlı, kapkara bir bezi eline verdi. Bezin karası elinden koluna, kolundan omzuna, oradan boynuna yüzüne yayılırken biraz büyüdü. Kaporta temizlemekten yorgun düştü. Demir tozları o günlerde mi beynine girmişti. Kaportaya parlaklık verirken onun zihnini kirleten demir tozlarından nefret etti. Yıllar geçti takdir edilmediğinden midir nedir hiç takdir getirmedi. Yıllar geçti başı yastıkta hiç rahat etmedi. Arabalarda demir tozu temizliği nasıl yapılır biliyordu ama yastıkta bildikleri kar etmiyordu.
Temiz parlak arabaları kıskandı, ortaokula başladığında temiz parlak ayakkabıları kıskandı, manavda gördüğü temiz parlak elmaları, temiz parlak aynaları, temiz elleri, parlak dişleri hepsini… Kapkara bir karga gibi parlak olan ne varsa gözü kaldı. On yaşındayken kanatları kırıldığından; parlayan, gözünde ışıldayan nesneleri gagasına alıp yuvasına götüremiyordu kargalar gibi. Elleri, kolları, yüzü karardıkça kendini daha da budala bir karga gibi hissetti. Ama kargalar budala değildi. Hafızaları kuvvetliydi. İnsana benzeyen kuşlardı. Zeki yaratıklardı. Kargalar insanlara benziyorsa insanlar da kargalara benzer. Düz mantığını konuşturdu. Sonra durdu. Kendini kargaya benzettiğine bir an pişman oldu. Karga olsaydı takdir alırdı, eline verilen o kapkara bezi yere atar dükkandan ayrılırdı. Ayrılmadı. Babası dükkanı kapattığında Ferit kırk yaşındaydı. “Git bi baltaya sap ol!” dediğinde de kırk yaşındaydı. Bu gece karanlığında kaldırım taşında otururken de kırk yaşında. Otuz yıl kaporta parlatmış, demir solumuş adam istese yine sanayide karnını doyururdu. Ferit karnını doyurmak istemiyordu. Karın nasılsa doyardı. Parlak bir çocuk sayılmazdı babasının gözünde ama parlaklığı seviyordu. Şöyle temiz bir iş bulup ömrünü sürmeliydi. Dağa, bayıra, ovaya sürmeliydi. Ömrünün çobanı değil miydi? Nerede doyuracağını bilirdi. Belki de toprağı sürmeliydi, ömrü bereketlenirdi, bire bin verirdi. Topraktan gelen ömür toprağa girince rahat ederdi.
Hadi ayakları yere bassın. Toprak edebiyatı yapmasın. Kara karga, kara toprak yakınlaşsın. Hani dededen kalma bir avuç da olsa bir tarla. Dedesi nur içinde yatsın. Refik bu işe ne der acaba? Arasa mı şimdi? Aramasa. Şu ikircikli hali bi durulsun nasılsa görüşürler. Belki kafa kafaya bile verirler. Kuru ağaçlı tarlanın ağaçlarını kökünden sökerler. Zamanla, yağmurla, doluyla, karla sıkışmış toprağın tavını değiştirirler. Ferit’in şu yastık meselesinden kalma yumuşak görünürken taş kesen şeylere güvenmeyen tavrını da değiştirirler. Köklerin çıktığı yumuşak oyuklara fidanlar dikerler. Taze, genç, sürgün fidanlar. Yeşermeye çiçeklenmeye hazır, kuru dallarda bekleyen sır. Sökülürken toprağı yumuşatan kuru kökler içinde can taşıyan köklerle yer değiştirdiğinde ağaçlara hayran kalırlar. Kurusu toprağı yumuşatıyorsa yeşili neler yapmaz. Belki Ferit’in yastığını bile yumuşatabilir. Umut böyledir. Kuyuda karanlıkta gezinirken ay tepene gelir ayağının dibindeki su birikintisini ışıldatıverir. Işıltı bizi ele geçirir. Ay ışığına tutunmak zahmetli de değildir. Hatta kuyunun başında “Elimi uzatabilsem, sözümü haykırabilsem!” diyen birileri de beklemektedir. Birileri değil Refik’tir o Refik’tir. Ay ışığına tutunamazsan kökler kuyunun duvarlarını da delmiştir. Köklere sarıl Ferit. Kuyunun başına git. Sırlarını kuyuya, suya, yeri gelince uykuya bırakırsın ama dikkat et kuyunun bildiği sır değildir. Sen yine de sabah Refik’le bir konuş o bilir, nedir ne değildir. Dedenin evinden tapuyu aşırdın babanı da kafaladın evden ayrıldın da bu tapu tarla işleri tekinsiz işlerdir. Hem tarladaki kuyu kurudu mu? Kuruduysa nereden bulacağız suyu? Hadi bakalım konuştu yine Ferit’in umutsuzluğu! Kuyu yerine kurusun Ferit’in kötü huyu. En neşeli, en heyecanlı anlarda bile içindeki coşkuyu eliyle susturduğu.
İçinde güzel şeyler konuşan biri hep vardır ama o eliyle ağzını kapatır. Soluksuz bırakır. İçindeki umudu boğmak Ferit’te eski bir alışkanlıktır. Ama bu sefer çeksin ellerini, açsın ağzını yumsun gözünü. Gözü kapalı girişsin bu işe, pür neşe. Hayal gücümüzü yanlış kullanmakmış endişe. Üstelik yüzde seksen beşi de gerçekleşmiyormuş endişelerimizin, radyoda dinledi akşam, hani şu araştırmalara göre… Ferit kuyudan, karanlıktan kurtulsun; kuyu suyla dolsun. Kuru ağaç dallarındaki kara kargalar uçsun. Tarumar bahçe yeşile boğulsun. Fidanlar elma ağaçları olsun. Hepsi kırmızı. Yeşil yapraklı dallarda kargalardan başka başka cıvıltı. Serçeler, baştankara, çıvgın, saka kuşları. Ferit de mutluluğu tatmalı. Yetiştirdiği elmayı dalından koparıp göğsüne sürte sürte parlatmalı. Elma Ferit’in özgürlük madalyası, parlak ve kıpkırmızı. Özlemiş hayal kurmayı. Hayal Kurmay’ı mı? Şöyle bir rütbe olsaydı şu an şu dakika bu göreve Ferit’i atarlardı. Hayal konusunda gerekli eğitimi almamış olabilirdi ama baksanıza aklından geçenlere, bu adam doğuştan yetenekli. Kurmaylar karmaşık harekât planları yapma konusunda uzmandır. Eee Ferit’inki de tam olarak bu. Üstelik hayaller üzerinden harekât gerçekleştirmek en zoru.
Yatakta döndü durdu, sokakta oturdu, hayal kurdu, hayallerinin kurmay albayı oldu derken saatleri harcamış; gün ağarmaya başlamış. Eve gidip biraz uyumalı. Yastığında bekleyen demir tozlarından korkmuyor artık. Daha geçen gün okumuştu. Ağaç yapraklarına canlılık; meyvelerine renk ve parlaklık verirmiş demir tozları. Hepsini toplayıp açılan çukurlara gömmeli, çapayla bir güzel karıştırmalı, diktiği fidanlar daha canlı dirençli olacak. (Burada biraz duralım. Şu dirençli olmak sözü içini acıttı. Acısı geçsin devam edelim.) Ferit, beyin kıvrımlarının arasındakileri de toprağa akıtacak, yastığı silkeleyip tekrar kabartacak. Başı hafiflemiş, yastık yumuşamış. Belki ilk kez yumuşak bir yastıkta uykuya dalacak. Gördüğü rüyayı da anlatalım:
Ferit demir tozlarında beslenen bir ağaç. Gündüz kökleriyle toprağı emiyor. Gece yıldızlı, yumuşak bir yorgandan üstüne ışıltılar dökülüyor. Işıltılar yapraklara, kırmızı elmaların yanaklarına konmuş. Ferit parlaklığı seviyor. Sonra bir ses: “Başını vermeyen Ferit!” Diye sesleniyor. Başımı yastığa nasıl emanet ettim, nasıl uyudum, nasıl rüya gördüm, diye telaşla gözlerini açtığında Refik karşısında dikiliyor. Hayırdır sabah sabah beni rüyanda mı gördün, diyecekken hep dinleyen Refik konuşmaya başlıyor:
-Oğlum anahtarı kapıda unutmuşsun. Bütün gece garip garip rüyalar gördüm, uyuyamadım.
Ferit derin bir oh çekiyor. Rahatla aynı yatakta yatsaydı çok kıskanacaktı, gülümsüyor.
-Ne sırıtıyorsun oğlum, sabaha kadar rüyamda dolandın durdun, beni korkuttun. Kargalarla dolu karanlık bir bahçe ağaçlar kupkuru. Sen bahçedeki kuyudan çıkıyorsun tövbe yarabbi başın yerinde yok kolunun altına almışsın. Ben “Canını verdin, başını verme!” diye bağırıyorum. Sen başını eline almış bir yastığa koymuşsun. Başınla yan yana uyuyorsun. Derken kıpkırmızı parlak bir güneş doğuyor kargalar uçuşuyor. Kanat seslerine kan ter içinde uyandım sabah olmuş. İşte kargalar kahvaltısını etmeden de yanına koştum. Yatmadan oğlana Ömer Seyfettin, kıza Samed Behrengi okursan olacağı bu tabi. Tövbe okumam bir daha kendileri okusun yatsın.
Doğru düzgün üç beş cümle edip konuşmayan Refik susmak bilmiyor. Ferit yine gülümsüyor. Çünkü başını çevirip pencereye baktığında yarım parlak bir kızıllık… Yarım elma gönül alma… Bu kadarı yetiyor.