Ayşe Gülce : Hikaye: Gömülü

GÖMÜLÜ

 

            Sırtımı ocağın yanı başındaki direğe yasladım. Kim bilir kimin eliyle yontulmuş bu kararmış ağaç gövdesine yıllarca dayandık. Tavana doğru uzanan, üzerindeki keski izlerinden ömürler sızan bu kalın gövdeli uzun boylu dev de yıllarca bize ve bizden önce gördüklerine dayandı. Üzerinde hoyratça gezinen ellere, bakışlara; yorgunluğunu değdiği yere bırakmak isteyen ağrılı sırtlara, başlara... Evin direği olmak kolay mı? Sana sırtını yaslayana sırdaş olursun. Bu koca direk hem çatıyı hem de sırları sırtında taşıdı. Babasız bir evi ayakta tutacak kadar sağlamdı, yıkılmadı. Hepimiz biliyorduk bu evde de var birkaç küp ama ocağın yanı başıdır, dibini kazarsak direk göçer ocağımız yıkılır diye en kuvvetli ihtimalin olduğu yere hiç el sürmedik. Şimdi dibindeki derin çukura rağmen hala ayakta duran şu ketum şahide: “Çok sağlam, sıkı adammışsın be helal olsun, ser de vermedin sır da vermedin, senelerce üstüne oturduğumuz hazineyi ellere mi verdin?” diye içimden söyleniyorum. Eller diyorum ama biz de bizden öncekilerin yabancısıyız. Bu gömünün asıl sahiplerini de biliyor bu direk. Zamanın bekçisi sadece saatler değil, diye düşünürken bir bekçinin düdük sesini de içimden geçiriyorum. Bu yakalanma korkusuyla baş edemiyorum. Belki buraya hiç gelmemeliydim. Kendi evin de olsa izinsiz kazı yapamıyorsun, yanına yabancı adamları da takıp gelip iyice dikkat çekiyorsun. Adamlar da benim olmasa da, buradakilerin yabancısı işte. Jandarmalar da birazdan dibimizde biterler zaten. Ah Bülent kafanı hiç çalıştırmıyorsun. Bir yerde daha var gömü biliyoruz ama bu gece kazmayalım şöyle oturalım etraflıca konuşalım. Planlarla doldurduğum ağırlaşıp öne eğilen başımı kaldırıp tekrar direğe yaslıyorum. Bir babanın göğsüne koyduğun baş nasıl hafiflerse öyle hafifliyorum. Yolda yan yana yürüyen baba oğulları gördüğümdeki hırsı, hep başkalarının ağızlarından çıkan baba laflarını, yokluğunu avuçlarımda ufalamak istercesine sıktığım yumruklarımla sağa sola sataşmalarımı başımdan direğe doğru öz suyummuş gibi akıtıyorum. Öz suyunu, kesildiğinde yitirmiş bir ağaçla aramdaki bağı daha iyi anlıyorum. Ona can vermeye çalışmanın anlamsızlığı kadar anlamsızım. Bana can verecek olanı hiç bilememenin kararsızlığı kadar da kararsızım.

 

            Başımı kaldırdığımdan beri evin orta yerine vuran gün ışığının kaynağına doğru bakıyorum. Tepede küçük kare bir ışıklık. Işıklığın etrafından başlayarak sekizgen kirişlerle aşağıya uzanan muazzam bir kubbe. Kars Sarıkamış’tan gelen sarıçamlar bunlar, tam yüz on tane. Küçük bir ormanı çatımız yapmış. Küçük bir ormanın yapraksız dalsız gölgesi altında oturmuşuz. Ağaçların bedenlerinin göğe doğru, başları dik yükselişini bir baltayla durdurup yere sermişiz. Kuşları, sincapları yuvalarından kovmuşuz. Bu vicdan azabı içimizi kemirdiğinden midir nedir yere serili bedenlerdeki ruhların göğe doğru temsili yükselişini ölümsüzleştirmek için gövdeleri kucaklayıp üst üste dizmişiz. Onlar artık dikdörtgen kesitli ahşap kirişler. Göğe doğru bindirmeli yükselen ahşap tavan. Ruhları tepedeki kare ışıklıktan çıkıp giderken arkalarından çaresizce uzanan. Ah şu ağaçlar… Öldürseniz de gölgesini esirgemeyen yaratıklar. Yuvalarından olanların ahı bize uzanana kadar bize de yuva olanlar.  Küçük bir ormanı daha da küçültüp kendini içine hapseden insandan daha zalim kim olabilir? İnsanın en büyük zulmü kendine, nefsine ve neslinedir. Bu hava ve su almayan yüksek tavan kendimizi boğduğumuz bir mezar tümseği gibi görünüyor artık gözüme. Tek farkı tepedeki ışık gibi. Her ne kadar kubbeyi dışa doğru çıkarsak da içe dönük bir yaşam biçimi bizimkisi.

 

            Tavana bakıyorum, tavandaki küçük açıklığa. Küçükken babamın ruhunun da buradan çıkıp gittiğini hayal eden ben, ağaçların ruhunu anca bu yaşımda anıyorum. Babayla dolmuş bir hafızada başka hiçbir şeye yer açmadığımı şimdi fark ediyorum. Bu kubbeye neden kırlangıç örtü dediklerini de yeni idrak ettim. Yapısı kırlangıç yuvalarına benziyormuş. Sadece yapısı mı? Bak şu pencereden öteki aleme göç edişimiz de benziyor kırlangıçlara. Geniş sivri kanatlı, çatal kuyruklu bu ötücü kuşları oldum olası hayretle izlerim. Yere konup gezindiklerini hiç görmedim hep havada telaşta. Tepemizde dönüp duran, yere yakın uçuşlarına bakıp ha kondu ha konacak derken havalanan, karnı beyaz kuyruk ve kanatları siyah denecek kadar koyu mavi parlak tüylü kuşlar, asil kırlangıçlar… Ayakları zayıf olduğundan yerde fazla kalamadıklarından hep kanatlarına kuvvet. İlla bakacaksan tellere konduklarında seyret. Yere tenezzül etmeyen siyah simokinlerini kirletmeyen her daim parlak titiz canlılar. Et ve ot yemezler havadaki sinek, böceklerle beslenirler.  En çok da yere yakın uçuşlarının hayranıyım. O ne çeviklik, o ne asalet. Toprakla olan tek bağları sanki ağızlarında çamurlaştırıp yaptıkları yuvaları. Uygurlarda mıydı “Kırlangıcın yuva yaptığı yere talih konar.” inancı? Kendi yuvamızı kırlangıçlara benzetince konmuyormuş o talih, yaşadık anladık. Baharla gelen kuşlar, yaşamın umudun sevginin canlanması demekse kırlangıç örtünün altında yaşayan umudumun canına kim okudu o zaman? Babamdan sonra kaç bahar geçti, gözümü ayırmadım kırlangıçlardan ama hani canlanan yaşam? Ebrehe de değildim ama kırlangıçlar yuva yapacakları çamurları üzerime yağdırdılar. Bu mağlubiyet ders olsun bana. Bırak küp peşinde kısa yoldan zengin olma hayallerini. İşte varın yoğun elinin emeği. Onu da gömü peşinde tüketip gidiyorsun. Bu kadar adamı taaa buralara kadar bindir, getir, yedir içir sonra elin boş gerisin geri götür. Ocak altı dışında evin her yerini kazdık ettik zamanında. Şöyle işe yarar bir şey bulamadık. Çıkardığımız bir tek koca bir tandır, görünce nasıl heyecanlandık nasıl umutlandık ama o tandırla kaldık, başka da bir şey bulamadık. Şu hoca diye getirdiğimiz adama da gıcığım zaten yolun başından beri. Hoca hoca diyorlar ne namaz var ne niyaz. “Hani oğlum…” diyorum. “Siz bu adama hoca deyip duruyorsunuz da bu nasıl hoca o kadar yol geldik bi yerde durup da, elini yüzünü yumadı namazını kılmadı.” diye soruyorum arada fısıltıyla kulaklarına. Bizimkilerde tık yok hepsi tırsak. Hiç aklıma yatmadı, içime sinmedi ya hayırlısı bakalım diye diye hocaya içimden söve söve geldik eve. Sözüm ona gösterecekti bize gömünün yerini. E hani, hepimiz el elde baş başta oturup duruyoruz da bana gelmeden dediydi öteki hoca. “Boşuna götürmeyin bu herifi, biliyor ama size göstermeyecek gömünün yerini.” Dinleyen kim tabi. Aldık geldik üç kuruş paramızı da buna yedirdik ama duur ben dönüş yolunda ona yapacağımı bilirim. Şöyle arabayı kenara çekip iki tane çakmazsam içim soğumaz. Hele şimdi yatalım uyuyalım yarın sabah da öteki gömünün yerini söylemez, ezanla çıkıp camiye gitmezse elimden çekeceği var.

 

            Hep şu Selami ile Kelâmi’ye hayır diyemeyişimden düzenbaz olduğunu bile bile getirdim şu hocayı evime soktum. Yıllardır arkadaşız kalplerini mi kırsaydım, kırmadım; hocayı yol boyu da yanı başıma ön koltuğa oturttum.  Selami ismiyle müsemma bir adamdır elinden selamettesinizdir de Kelâmi garibim bir şey anlatırken bazen takılır kalır, epey bekleriz ne diyecek diye tuhaf bir kekeleme. Edeben cümlesini de tamamlayamıyorsunuz, gergin bir sessizlik adamı incitmeyelim diye, yüzümüzde aptalca bir gülümseme. Diyeceğini nihayetinde ağzından salıverdiğinde bizde de cümleten bir gevşeme. Kimi isimler insanın üzerine cuk otururken kimisi tam bir tezat işte. Ana babaları isim koymak için konuşmasını mı bekleseydi Kelâmi’nin n’apsalardı, doğar doğmaz gönlümüzdekini yakıştırıp yapıştırıyoruz çocuklara, düzen böyle. Kelâmi kadar saf temiz iyi niyetlisi de bulunmaz ha bu devirde. Adam bu kadar mı olur, ya hiç mi bozulmadın mübarek senelerdir define peşinde çeşit çeşit adam da gördün, güldün, üzüldün hiç mi tesir etmez karakterine? Etmedi valla ben şahidim. İnsanlar bozuyor bizi, lafları külliyen yalan; bozulsa Kelâmi bozulurdu envai çeşit insanla haşır neşir olduktan, onca kazık yedikten sonra hala ilk günkü Kelâmi. Selami’nin aklının ucundan kıyısından zerre kötülük geçmeyen, iyi niyetine hak etmediği her muameleyi yapsanız da saflığından ödün vermeyen hafif kekeme kardeşi. Onlar da benim gibi. Çocuklukları hep gömü hikayeleri dinlemekle geçmiş. Gençlikleri içlerine salınan küp küp altın bulma ateşiyle depreşmiş ikiz kardeşler. Kendimden biliyorum nasıl bir tutku nasıl bir sevda. Kolay mı ömrünü yoğurmuşsun aklın ereli beri bu hazine destanlarıyla. İliğimize kemiğimize işlemiş anlatılanlar, zihnimizi hayallerimizi süslenmiş çil çil altınlar. On altı on yedi yaşımdan beri bilfiil kazıyorum her yeri. Memleketten göçünce geçer sandım ama geçmedi içimin ateşi. Evlenip yerleştiğim şehirde de kendime çektim galiba bütün definecileri. Selami ile Kelâmi de onlardan ikisi. Adam da satmazlar, garanti yani. Bu işler tehlikeli tabi televizyonlarda sağda solda duymuyor muyuz defineyi çıkarınca yanındakileri kesip biçenleri. Allah esirgesin para hırsı insana neler neler yaptırır. Bilmediğin adamlarla yola çıkılmaz. Bildiğine bile garanti gözüyle bakılmaz ama Selami ile Kelâmi çok başka insanlar. Daha gömü falan bulmadık tabi test edecek fırsatımız da olmadı da yakıştıramam öyle şeyleri ne kendime ne onlara. İşte böyle böyle o şehir benim şu şehir senin gezer olduk birlikte. Ah babaannem canım tonton ninem, bulduğu sikkeleri hurdacılara üç kuruşa dağıtmasaydı yani azıcık bir define elimize bulaşsaydı bende de böyle hırs olmazdı belki ama olmuş bir kere. Cahil kadın ne bilsin defineyi, sikkeyi. Vermiş elindekini görmüş evin eksiğini gediğini. Şu evin ötesine berisine bakarken de onun elini görüyorum her köşede. Hamarat kadındı vesselam elinden her iş gelirdi. Sikkeleri de elinden gelen işlere kurban verdi.

 

            Çocukluğumdan gençliğimden hemen hemen her şey olduğu gibi duruyor. Tandır başında bakır kap kacak, kazan düzen. Karşı duvarda asılı delik elek, yırtık kalbur. Bunların hepsi babaannemin sikkelere değiştikleri. Gömüyü alıp gidenler eşyalara ilişmemişler. Şu tandır başındaki tek çukurla işi bitirip alıp gitmişler. İçim yandı ama bi küp daha var yıllardır söyler dururlar boşa konuşmaz buralılar. Herkesler bu söylenenlere inandı evlerinin içini kazdı ne var ne yoksa çıkardı. Bi biz kaldık arkadaş. Şu evin kazmadığımız yeri kalmadı ama elimize geçen bir şey olmadı. Kalkayım yüklükte yatak yorgan da durur serip bi köşeye kıvrılıp yatayım. Sabah ola hayrola. Şu bir takım yatak yorganı da götüreyim şu hoca dedikleri domuza. Sabaha kadar sık dişini Bülent bu beleşe gelişin dönüşü de var elbet. Kendini bedavaya bize taşıtacak üstüne bir de para alacak gömünün yerinden emin olup ya kendisi kazacak ya başkalarına satacak. Öyle yağma yok. Ya benimdir ya toprağın. Bulamasam da başkasına yar etmem o küpü, kalsın gömülü. Ötekini kaptırdık zaten. Hey güzel Allah’ım aklımdan geçenlere bak. Yıllar öncesi eşyalarını, servetlerini yağmalanmasın diye toprağa gömenler bu düşündüklerime ne der? Öyle yağma yok da böyle yağma var mı, diye çıkıp gelseler, ışıklıktan üstüme sağanak sağanak inseler var mı bir cevabım? Yok. Karmakarışığım, en iyisi yatıp uyuyayım.

 

            Horozların geceyi kovan çığlıklarıyla gözümü açarken şimşek hızıyla aklımdan geçenlere şaşıyorum. Küpü alıp gittiler kesin sen fosur fosur uyurken. Bu ne deliksiz uyku böyle, hasret miydin oğlum yorgan döşeğe? Çocuk uykusu gibi uyku uyumuşum. Yorgunluktan elimi kolumu nereye koyduğumu bilmeden sanki soluksuz, kuruntusuz… Bir tek kırlangıçların düşünü kurmuşum. Şu yatakta küçülsem küçülsem küçülsem annem gece nefesimi dinlese yine, öyle dingin uykular çeksem. Sadece ocaktaki tıngırtılara açsam gözümü zenginlik hırsına yumsam. “Aç gözünü seyret, tekrarı yok bunun.” demedi kimse çocukken. Öyle büyüyüverdik neye baktığımızı bilmeden. Büyüdüğümüzde de “İşimiz muhabbet efkarı yok bunun.” diyemediler çünkü yalan söylemek istemediler. Erkenden büyümeyi bir içime sindirsem. Düşüncelerden de tasalardan da uzakta bir çocuğun ömrünü sürsem. Harama el sürmesem. Gel de nefsine dinlet bunları, gel de sustur içindeki azmanı. Olmuyor işte bu kadar düşünceyi saniyeler içinde zihnimde sabah yürüyüşüne çıkarıp seher vaktinin serinliğiyle ayıltıyorum. Sonra derin bir nefes alıp tekrar mezar tümseğimin altına giriyorum. İşte kaçan göçen yok hepsi uyuyor neyseki. Ezanlar okunmuştur çoktan. Bizim hoca Felak Nas okuyup cinleri mi kovmuştur yoksa onlara imam mı olmuştur bilmem ama bu devrilmiş yatan manzara bardağı taşıran son damla. “Kalksana hoca gün doğacak, dün batacak. Az daha uyursan namazın kaçacak.” diyorum öfkeme hakim olamayıp sertçe de dürtüyorum ama kulağı da ruhu da duymuyor. Adam hakkaten domuz, öfkem derisine işlemiyor. La havle vela kuvvete… Hasbünallahü ve nimel vekil… Ona öfkemden ben imana geleceğim neredeyse. Neyse Bülent sabret, dediğin gibi yolda çek arabayı kenara yapıştır iki tane ağzına. Ağzından çıkan yalanlar saçılsın sağa sola.

 

            Herkesin uyanmasını beklerken “Keşke bu hilekâr hoca yerine Ermeni bir papaz bulsaydım da tılsım, büyü ne varsa bozdurup gömüyü çıkarsaydım.” diye kendime söylenip duruyorum. Saat sekize doğru canlandı bizim gömü tayfası. Ayıldılar oturduk konuştuk, sözde hocamızı da cinleriyle buluşturduk. Jandarmalar zaten geldiğimizden beri meydanda dolanıyor. Ev desen köyün ortasında. Ne yapsak ne etsek derken hoca dedi “Yok!” dönelim gidelim. Tabi ben hiddetlendim ama arkadaşların ödü patlıyor hocadan. İkişer ikişer tutuyorlar kolumdan. “Yav etme gitme, çarptıracaksın bizi hocanınkilere!” Silkeledim attım kollarımdan hepsini, salıverdim nefesimi. Tamam ulan, dedim. Dediğiniz gibi olsun Bülent sabır taşı oldu zaten siz de sabredin bakalım yolda ben bi yolunu bulur onun başına yuvarlanırım. Emanet bulduğumuz arabaya doluştuk gidiyoruz. Nasılsa bir şey bulmadık jandarmalardan da kalmadı korkumuz. Köyü çıktık köyleri geçtik, Erzurum’da birer çorba içtik, tam şehirden çıkıp gidecektik ki polisler durdurdu bizi. Hadi bakalım arabayı çektik kenara. Bir taraftan da korkuyorum emanet araba. Ehliyet ruhsat falan arkadaşlar da indi arabadan. Bizim hoca hiç istifini bozmadan oturuyor ön koltukta. Polis abilerin işi biraz uzadı yolun karşısına geçtiler kafalarında ölçtüler biçtiler. Biz de karşıya geçtik merakımızdan. Dediler “İnin arabadan!” Zaten indik de n’oluyor polis abilerim etmeyin eylemeyin. “Arabayı bağlayacağız sigortası yok!” dediler. Bizi aldı bir telaş. Emanet arabayı yakalattık yollarda yaya kaldık. Polislere yalvardık yakardık ama yapacak bir şey yok. Arabayı veren arkadaşa ne demeli, insan sigortası yok dikkat edin demez mi? Şansım olsa şaşardım şanım da yok ki arabayı kurtarayım. Onca dil döktük ikna edemedik. Gideyim hoca müsveddemizi de arabadan indireyim iyice bilendim artık onu temize çekeceğim. “İn arabadan hoca! Arabayı bağladılar ehliyete ruhsata el koydular.” Bana şöyle bir baktı yerinden milim oynamadı. “Git şimdi polislerin yanına ehliyeti ruhsatı sana verecekler.” dedi. “Deli misin be adam, sigortası yokmuş diyorum araba kaldı burada in diyorum bak asabımı bozma!” “Sen git yanlarına sana verecekler, hadi.” dedi. Tam zamanı diyorum içimden. Şunu yaka paça indir aşağıya bir güzel patakla. Bahanen de var durma. Ama sabır taşı olduk bi kere, öyle hemen yuvarlanılmıyor istediğin yere. Dilimde, dişlerimin arasında yine birkaç tur la havle… Vardım polis arkadaşların yanına, ben daha ağzımı açmadan ehliyeti ruhsatı elime verdiler “Gidebilirsiniz!” dediler.

 

            Arabaya bir hışımla gidişimle şimdiki dönüşüm arasındaki dönüşümümü Kafka görse yırtar atar kitabını, oturur beni yazardı. Ağzımda çiğneyip tükürmek istediğim adamı tekrar yoğurup puta çevirdim. Oysa on saniye öncesine kadar dolandırıcılığından emindim. Eve varmadan bi güzel benzetecektim. Allah korudu yoksa çarpılıp yamulduğumda kim bilir neye benzerdim. Aklımdan geçenlere tövbeler olsun. Saygılar sayın hocam, çok konuşmaya gerek yok sen anladın bakışlarımdan. Size de saygılar sayın iyi saatte olsunlar. Arabanın direksiyonuna huşu içinde geçerken kontağa uzanan elimde hafiften bir titreme, gözümde engel olamadığım bir seğirme. Kuleuzübirabbinnas … minelcinnetivennas. Adama olan öfkemle tam imana gelemedim ama bu derin cinnet meselesi beni fena çarptı. Gömü gömülü dursun varsın hocam, kralsın!

 

            -Öğle namazına ne kadar var arkadaşlar? Ona göre verelim molamızı, hocamız zahmet etmesin onun yerine de kılarım ben namazı.