
NASİP
Yanlamasına biçilmiş ağır dev katmanlardan oluşan bir dağın etek ucuna nefes nefese geldiğinde gökteki yıldızların tek tük ışıldadığını fark etti. Maviden kızıla çalmış kararmaya yüz tutmuş ama hala aydınlık bir gök… Akşamüstünün bu bildik manzarası dağın sivrisi yüzeyini çizmiş de etrafa kıvılcımlar saçmış, metal bir tabaka gibi hantal ağır ve kıpırdamazdı, kıvılcımlarsa yıldızlardı. Böyle çok karmaşık cümleler kurarak başlamak istemezdim hikâyeye ama en basitinden şöyle: Dağ kocaman bir armut gibi dikilmiş yere ama yanlamasına dilimlemiş ve dilimleri de sağa sola hafif kaydırmışsın işte onlar katman, tabaka. Sonra dağ öyle yüksek ki armudun tepesindeki sap gökyüzüne bir çizik atmış ve etrafa kıvılcımlar saçılmış. Yıldızlar bu dağın sivrisinin sürtündüğü yerden doğmuş. Böyle bir dağın eteğinde dikiliyordu nefes nefese. Akşamı etmişti; yollarda, sokaklarda, bahçelerde, tarlalarda geze geze. Hiç hız kesmeden var gücüyle yürümüştü. Koşsa nefesi kesilirdi bu yüzden yürümeyi tercih etti. Daha uzun soluklu olsun diye serüveni. Bir yere kadar severdi serüvenleri ve bir lokmada yutulmayacak işlere ağır ağır girmeli çiğnemeli. Biraz hızlı çiğnemişti ya neyse nefesi buraya kadar getirmişti, kesilmemişti. Soluklanmak için üzerindeki yosunların bile taşlaştığı bir eski zaman kayasının üstüne oturdu. Dilim armuttan küçük bir parça gibi dağın eteğinde duruyordu. Yassı yüzeyindeki katılaşmış yassı yosunlar alelacele dokunmuş bir kilimin motiflerini andırıyordu. Bilirsiniz kayaya yapışmış, taşlaşmış, onunla bütünleşmiş, kayanın üstünde koyu birer benekmiş gibi irili ufaklı, dallı budaklı yosunlar… En azından bir zamanlar.
Armudun sapından sonra üzümün çöpünü de anlatacak değilim. Benzetecek olsam onu da bu yağmurlu havada kurumuş ağaçlara benzetirdim. Dallara dizili domurcuklar üzüm tanecikleri ve yapraksız ağaçlar da çöpleri. Kusur sayılmayacak derecede önemsiz göremedikleri onu bu dağın yamacına getirdi. Bu şartlarda evde kalması gerekirdi. Yağmurla alnına yapışmış saçları su birikintisinde oynamış çocuk neşesi gibiydi. Yorgun, şekilsiz, mutmain ve benzersiz… Bitimsiz sandığı bir oyuna her daim hazır. O, hem “bir zaman sonrası”nın hem de “bir anı sofrası”nın misafiri. Hangisi daha iyi ağırlayacak kendini? Bunu öğrenmek için buralara kadar geldi. Mevsim ağaç altlarının yeşilini korurken açıklıkta kalan yerleri soğukla kavuruvermiş. Ağacın kuytusunda yağmurla yeşeren otlar korunaklı canlı, açıklıktakilerse soluk sarı bir vedayla toprağın üstüne serilmiş. Güneş bulutların arasından ce eeeee deyip yeniden doğacak olanla şakalaşırken yeryüzünün yüzü bir gülüyor bir kararıyor. Defalarca aydınlanıp aydınlanıp somurtan bir yüz; oyundan sıkılmayan bebeği, neşeyi gösterip gösterip saklamakla kendine hayran ve muhtaç bırakıyor. Asya, her şeyi ilk kez görüyormuş gibi bir hayret ve son kez görüyormuş gibi bir kıymet içinde öylece dağın eteğinde. Bunu dili söyler insanın, sözdür ama içi hissederse -bir anlık değilse- ömrüne yayabilirse her anın özsuyunu çıkarıp yudumlayabilir. Her şeyi görmüş ve görmekte ama hiçbir şeyi kanıksamamış her daim hayrette bir bebek gibi o da. Anın cilvesini bilmekte. Güneş yine açtı yüzünü ce eeeee… Hayat yine açtı gözünü, gülümse.
Şurada biraz soluklansın koyuğa kadar tırmanacak gücü toplasın kendinde, o zaman sorularına cevap bulacak. Bu yaşa kadar olduğu yerde bekledi. Öylece bulunmayı istedi. Kaybolmuş bir eşya gibi ama kimin kaybettiğini bilmediği. Bilse gücenirdi, bilmiyordu Allah’tan. O yüzden belki de cesareti. Sonunda işe koştu yıllardır kullanmadığı iradesini. Eşyalıktan çıkmaya karar verdi. Çaresizce hareketsizce beklemek canına tak etti. Dayanılmaz bir histi çünkü. Kaybolmuşluk hissi… Birilerinin seni bulmasını beklemek, acizlik kelimesi bile halini tariften acizdi. Artık aramaya niyetli. Yerinden kalkıp yüzünü dağa döndü. Elleriyle sağlamlığını yokladığı ilk kayanın oyuntusuna parmaklarını geçirip kendini yukarı çekti. Ayakları da elleri kadar temkinli, sağ el sol ayak sol el sağ ayak çaprazlama kayaya tırmanan kertenkele misali. Kuyruğunu, bastıkları yerde bırakıp yürümeye devam edip buraya kadar gelmedi mi zaten. Dilediği kadar korkudan düşürdüğünü sansınlar kuyruğunu. O, kuyruksuz da yaşayabilirdi. Yırtıcılardan kaçma taktiği… Yine şu midesini bulandıran söz aklına geldi hani kadınların dişi bir köpeğe benzetildiği. Köpeğe benzetilmekten değil bulantı, sallanmayan bir kuyruğu uyduran insanların pis pis gülümsemesi. Kendilerini başkalarında hata gördükçe yüceltmeleri, temize çekmeleri. Başkalarını yerin dibine batırdıkça havaya kalkan başları, gururlu burunları, yalnız bu tarz meselelerde açığa çıkan ima yeteneklerini kullanmış olmanın verdiği kibirle süzülen bakışları. Bak kertenkele daha iyi, sevdi bu benzetmeyi. Asya vicdanlı benzetmeleri hep sevdi zaten, buraya da bunun için gelmedi mi? Nasibinin neye benzediğini öğrenmek niyeti. Komşuları çok söylemişti ama onlara güvenemezdi rüyasını görmeyi bekledi. Niyetini temizleyip yatağa girmişti uyanır uyanmaz da kimselerin göremediği bir azık yaptı kendisine gösterileni. Aldı yanına yola düştü. Neyin nesiyse kimin fesiyse bulunmalı bir rüya ertesi. Vakit kaybedemez ki. Kaçarsa hevesi, kimse kıpırdatamaz gövdesini. Acele etmeli. Heves denilen şey içinde gezinirken en azından denemeli. O duygu nefes kadar uçucu ama bilinçli bir eylemle hayatta tutabilirsin kendiliğinden inip kalkan bir göğüs bir diyafram gibi değil, içine çekmedin mi öldü gitti. Refleks değil istemli. Ya kendin besleyeceksin ya da başkaları beslemeli hevesi.
Mağaranın girişinde içerden gelen serinliği şöyle bir içine çekmek istedi ama içeriden gelen dağın doğal serinliğinden yıllar önce uzaklaşmış garip bir esintiydi. Karmakarışık kokuların duman kokusunu bastıramadığı belirsiz bir hava yüzüne yapıştı. Adımını içeri doğru atsa mı atmasa mı? Buraya kadar bilinçsizce geldiğini fark etti. Şu mağara girişine kadarını düşünüp sonrasını hiç düşünmemişti. Sanki kapıdan uğrayacak, nasibi avucuna konulacak tıpış tıpış geri yollanacaktı. Bu yıldızlara yakın oturan kadının ilmine güvenebilirdi. Hem falcı da öyle dememiş miydi? “Kızım senin işin beni aşar var git Minciye bakıversin ahvaline.” Daha düne kadar böyle bir dünyanın varlığından habersizken ne ara göbeğine düşmüştü. Öyledir, biri bir gün gelir hiç duymadığınız şeyleri kulağınıza fısıldayıverir. Siz de çekimine kapılır fısıltının yüksek sesle anlatıldığı dünyaya doğru yürür gidersiniz. Hele bir de her gelene gönlünü açan genişçe biriyseniz. Asya da yürüdü ama zihni belli ki uçarak gelmişti. Bundan öncesini nasıl alıştırdıysa bunu da alıştırırdı. İnsan ne kadar yadırgarsa yadırgasın bir yerde oralı oluveriyor. Her kabın şekline bürünen su misali. Ürkek adımlarına bir anlık deli cesareti geldi içeri giriverdi. Bu taşın içine oyulmuş dayalı döşeli ev, adımını atar atmaz onu içeri çekiverdi. Yarı karanlığa gözleri alışana kadar kırpıştırdı gözlerini. Minci Nine bir köşede elinde dağıldı dağılacak üflesen yıldızlara karışacak kalınca bir kitapla sarmaş dolaş oturuyordu.
-Geç bakalım gün doğumu, yaşın buldu mu otuzu? Aldı de mi seni de bir telaş, gel bakayım şöyle yamacıma yanaş. Hiç açmayasın ağzını. Konuşursan, sesini şu evin içine salarsan, eskisi gibi çıkamazsın buradan. Burada bırakırsın ruhunu, sonra ara ki bulasın, senden uzaklaşanı geri yerine koyasın.
Asya bu mâni tadında ama sokak falcısını da andıran şairane giriş konuşmasının içindeki her şeye hâkim tehditten çok korktu. Gayriihtiyari dudaklarını sımsıkı yumdu. Tüylerini diken diken eden içini kış vakti buzlu su içmiş gibi ürperten bir soğukluk dudaklarından boynundan inip tüm vücuduna yayıldı. Bu ürperme korkudan tamam da giydiklerine de kabahat buldu. Falcı “İçine akşamdan beyaz bir gömlek giy onunla yat!” diye sıkı sıkı tembihlemese bu havada şöyle bedenini sarıp ısıtacak bir şeyler uydururdu da gömlek üstü hırka anca bu kadar ısıtıyordu. Usulca geçip Minci Nine’nin yakınına çaprazlama oturdu. Minci Nine’nin beri beri gel el işaretiyle biraz daha yamacına sokuldu. Kendini bildi bileli bu dizin dibine otururmuş gibi bir rahatlıkla koyverdi bedenini zemine. Kanıyla, canıyla hatta ruhuyla yerleşti oraya. Geldiği yerin tuhaflığına inat Minci Nine bildiğimiz hacı nine kılığında beyaz tülbentli nur yüzlü bir hatundu. Hani bu işlerle uğraşan elinden kolundan boynundan kulağından çeşit çeşit takılar taşan, garip şekilli dövmeleriyle insanın aklını bulanıklaştıran insan portresi vardır, hepsi bir kalıp zihnimize çakılıdır. İşte o kalıbın yakınında uzağından geçmemiş, gitmiş az önce abdestini yenilemiş yönünü kıbleye dönmüş de yasin okuyacak tazelikteydi. Güneş görmemiş solgun bir yüzün beyazlığına nur dedik belki ama az önce sarfettiği sözlere ne demeli. Karanlığın ta kendisi. Buraya ruhunu yitirmeye gelmedi. Nasibinde varsa bulmaya geldi ruh eşini. Hiç konuşmadan nasıl anlatacak derdini. Minci Nine her şeyi bilir, denmedi mi? Bıraksın endişeyi de teslim olsun. Aklını, fikrini, iradesini, şekini şüphesini bir kenara koysun. Mutlak bir inançla bakmadıktan sonra umduğundan yoksunsun. Yoksulsun. Tamam tazecik dulsun ama olsun. Daha on yedisinde “Hadi hadi!” dercesine bir itelemeyle seni evlendirenler varsın kudursun. Sen mi zehirledin kocanı sanki! Allah’ın takdiri. Dağda taşta her çeşit mantarı toplayıp hemen bir ateş yakıp anında pişirip yiyen adama kültür mantarı pişirdiğinde Azrail’in mantar gibi dibinde biteceğini nereden bileceksin ki. Nerde görülmüş kültür mantarından zehirlenildiği. Kader bunların hepsi. Tabi hiç içinin ısınmadığı “Bugün ölse yarın evlenirim!” diye her koca muhabbetinde adının anıldığı bir adamın küt diye ölüvermesi kendi dahil herkesi afallattı ama vallahi de billahi de takdiriilahî. Evlendi evleneli hep başka erkeklerde gözü kaldı. Aradıklarını bulamadığı adamı hiç aldatmadı ama hep eksiğini kusurunu içinden saydı bazen dışarı taşırdı başkasında gördükçe karşılaştırdı. Arkadaşları alaya alırdı. Bu kız erkek tabiatlı! Nasıl kabullenmiş insanlar nasıl da kanıksamış erkeklerin gözünün dışardalığını, bir kadına da bunun yakışmazlığını. Oysa Asya sadece baktı kıyasladı. “Karşılaştırma neşenin hırsızıdır!” derler. Gençliğinden çaldı. Onu iteleye iteleye evlendirenlere hınç duymadı ama aradı. Dünyada bir yerlerde mutlaka vardı aradığı ve mutlaka bulacaktı. Gözleriyle aramaktan yorulduğunda ya da kocası göçtükten sonra göz dışındaki azalarını da kullanmaya yetkisi doğduğunda, tazecik bebek gibi kucağına hevesle aldı bu yetkiyi kapı kapı dolaştı. Gitmediği falcı kalmadı ve nihayet en tepedeki müneccime ulaştı. Önceleri böyle şeylere aklı yatmazdı da akıl mı kaldı. Adına ister takıntı deyin ister el falı, kafasındaki ruh eşi bulunmalı.
Minci Nine usulca bıraktı elindeki kitabı koltuğa, kalktı raflarda sıra sıra dizili içleri su dolu taslardan birini eline alıp Asya’nın önüne bıraktı. Tülbentten bozma bir kese vardı mağara duvarına asılı, döndü gitti onu da aldı. Karşısına geçip oturmadan önce cebinden küçük bir makas çıkardı. Teklifsizce Asya’nın hırkasının önünü açıp beyaz gömleğin etek ucundan bir parça kesti, dizlerinin üstüne serdi. Tülbentten bozma kesenin ağzını açtı. Kese, renkleri solmadan kurutulmuş çiçeklerin kokusunu bu geçirgenlikle nasıl içinde tutmuştu hayret, açar açmaz kurumuş çiçek kokusu etrafı sardı. Parmak uçlarıyla bir tutam aldı renklerden, çiçeklerden gömlek parçasının içine koydu. Kesenin ipini titiz çalışan insanların ağırlığıyla özeniyle usul usul eliyle düzelte düzelte çekti büzüştürdü yanı başına koydu. Dizlerinin üstündeki gömlek parçasının uçlarından tutup minicik bir bohça yaptı tastaki suya daldırdı. Mırıl mırıl bir şeyler okuduktan sonra çıkardı. Zaten onu susması konusunda uyardığından beri tek söz söylememişti. Mırıltılarla görüyordu işini. Kalkarken, yürürken, otururken kıpır kıpırdı dudakları. Minik bohçayı sudan çıkardı, Asya’nın ellerini ellerine aldı. Dudaklar mırıl mırıl çiçeklerin gömleğin beyazına yayılan renkleriyle avuçlarının içinden başlayarak ovmaya başladı. Çiçek bohçasını avuç içlerine bastıra bastıra okudu üfürdü okudu üfürdü, ellerinin üstüne geçti, gezdirmedik yer bırakmadı. Damarlarına hatta kanına işletircesine sert bastırıyordu, sular ellerinden yerdeki tasın içindeki suya damlıyor ama suyun içine karışmıyordu. İrili ufaklı topak renkli damlacıklar. Sarımsı bir renkle başlayıp koyulaşıp turuncu, kahverengi, kırmızı, bordo, siyah baloncuklar suyun yüzeyinde geziniyorlar. Elleri kızarana kadar ovaladı, nerdeyse elindeki gömlek kurudu. Çiçek bohçasını kenara koyup bir eliyle Asya’nın ellerini tasın üstünde tutarken bir eliyle de başının üstünden yazmasına saplanmış duran dikiş iğnesini aldı Asya’nın yüzük parmağının ucuna batırıverdi. Canı yanan kız dudaklarına kadar gelen çığlığı sımsıkı tuttu, sessizce dudaklarını ısırdı. Parmağının ucundan suya damlayan kan da tortop duruyor gitgide artan damlacıklar çiçek sularıyla tasın üstünde yüzüyordu. Parmağına sıktıkça akan kan kesilince ellerini bıraktı. Gömlek parçasının içini boşalttı sobanın yanına gidip iyice kuruttuktan sonra getirip tastaki suyun yüzeyine serip tüm renkleri kumaşta topladı. İçi boyalı baloncuklar pıt pıt patlayıp renklerini bembeyaz kumaşa dağıtırken garip şekiller oluşuyordu. Kumaşı kabın üstünden çektiğinde geride kalan su ilk getirdiğindeki kadar berraktı. Gömlek parçasını tekrar sobanın yanına gidip kuruttuktan sonra dörde katladı. Asya ona vereceğini sanıp ellerini uzattığında elleri boşlukta kaldı. Minci Nine gömlek parçasını kızın göğsünün üstüne gömlek düğmelerinin arasından sokuşturup okunmuş son nefesini de Asya’nın sol yanına üfürdü.
-Bugün bununla uyu kimselerle konuşma ağzını açma bundan sonrası kuyu. Sabah uyanır uyanmaz çıkar göğsünden aç yıldızların dilince oku. Sana görüneni senden başka göz görmemeli. Hangi kuyuya atacağın rüyanda çıkacak gün doğumu.
Asya ellerinin sızısıyla oturduğu yerden kalktı doğruldu. Göğsünün üstüne önce bir ılıklık ardından da yakıcı bir sıcaklık yayıldı. Sonra birden soğudu. Bu muydu? Şu bir parça kumaşta geçmiş okunmuş gelecek kurulmuş muydu? Ağzını açıp “Allah’a ısmarladık!” diyecek oldu, hemen kapadı yine sımsıkı yumdu. Nasibi ağzından uçup gidiverecekmiş gibi korktu, gevezeliğin alemi yoktu. Minci Nine’nin kapı girişinde duran kapaklı toprak kabının içine gönlünden kopanı koydu ve yola koyuldu. Başını kaldırdı, gökyüzü iyice kararmış, bulutsuz, yıldızlı. Bu kadın göğe bakmadan yıldızlarla nasıl konuşuyordu? Dağdan aşağı inerken göğsündekini yokluyordu. Çıkarken yetmeyen nefesi kendini çoğaltıp içine sığmaz olmuştu. Nasibini şu an koynunda mı taşıyordu? Geldiği yollardan, tarlalardan, bahçelerden yürüyüp eve vardığında akşam oluyordu. Heves karın doyurur mu demeyin. Asya onca yola rağmen toktu. Oldum olası açken kafası zehir gibi işliyordu ama bu sefer çok yorgundu yatar yatmaz uyudu.
Sabah gözlerini açtığı an önce elini göğsüne koydu kumaş yerinde duruyordu. Sonra kafasında karmakarışık rüyaların içinde bir kuyu aradı durdu. Böyle düşüne düşüne bir süre yatağın içinde oturdu. Günlerce ateşler içinde yememiş, içmemiş, sayıklamış, baygın yatmış küçük bir çocuğun bir sabah gözlerini açıp canının çektiği ne varsa acısız dingin bir sesle annesine seslenmesi gibi kendi kendine seslendi.
-Bitti! dedi. Nasibim koynumda bir gece uyudum ve bitti.
İçindeki tutkuyu yokladı, gitmişti. Meşhur bir sözdeki gibi: “En iyi yol her zaman iyi giderken durmaktır.” Asya bunu bilmezden evvel oldum olası bir şeyin sonuna yaklaşırken vazgeçişini bir kusur olarak görürdü. Benim en büyük ahmaklığım bu, derdi. Hiçbir işin en sonunu getirmeye cesaret edemezdi. Hani ilerler ilerler ve bir üst noktaya çıkacakken zorlandığınızı hissedersiniz ve orada biraz daha ileriye gidince mükemmel şeyler olacağını hissettiğiniz an duruverirsiniz. Kendinizi ona layık görmezsiniz. Hayatı bu hisle mücadeleyle geçti ama yenemedi. Kapasitesini bir yerlerde birileri sınırlamış gibiydi. Gideceği, varacağı yeri biri belirlemişti de oraya gelince içinden bir ses “Yeter!” diyordu. Bundan öteye geçemezsin, diyen aslında kendisiydi. En küçük işlerde bile geçmedi. Belli bir noktada bırakıp dönerdi ama orası zirve değildi. Yine başa döndü, kaybolmuş bir eşya gibi bekleyecekti. Yatağından kalktı, göğsünden çıkardığı nasibini katlayıp mutfaktan aldığı cam kâsenin içine bıraktı ve bir kibrit çaktı. Cesaret ettikleri yeterdi. Cesaret edeceklerini koynundaki kumaşa sarılı yaktı. En iyi yol yürümediğinde karşısına çıkacaktı. Pencereyi açıp yıldızsız gökyüzüne baktı. Nasip, durmaktı. Nasibi de durak. İnandı. Asya, zamanla cilveleşecek kadar zamanın içinde bir kadındı.