SÖZ BEKLÇİSİ
“Allah’ın günü mü tükendi?” Bu sözü duyduğu an kararını verdi. Öyle bir genişlikte, öyle bir sonsuzlukta yaşayacaksa ses etmeyecekti. Her şeyi söyleyemezdi ya, yaşasın ve neyin tükeneceğini kendisi bilsindi. Öyle çok seven çok özleyen birinin edeceği laf değildi. Daha ne laflar etmişti, hepsini sineye çekmişti de bu çok ağır geldi. Kalbini iki taşın arasına alıp ezdi. Attı ağzına bu çirkin cümleyle birlikte çiğnedi. Ondan mütevellit beynine kan gitmedi. Oracıkta ruhunu teslim etti. Kalbinin değil sözün cesedi. Bu lafı da sürüye sürüye oraya çekecekti. Sine denilen yer emniyetliydi. Aslında hepsini gömmek isterdi, toprağı kabul etmedi. Zaman zaman tüm sözleri salıverdiği de olmuyor değildi de dur bakalım, şimdilik orada beklesindi. Tükenmeyen Allah’ın günleri içinde nelerin tükendiğine bakmayı akıl etseydi böyle söyleyebilir miydi? Belki de gözünde yoktur tükenenlerin kıymeti. Belki asıl bu değersizlik onu kör ettiğinden söyledi. İşin acı tarafı öylesine söylenmiş de değildi. Öylesine yaşadığını görecek kadar zaman, önünden adım adım geçti. Keşke bu gemi lafla yürüseydi.
Elindeki soğanın bahanesine sığınmış yine salya sümük ağlıyordu. Yüzüne yapışan saçlarını omzuyla çekmeye çalışırken gözyaşını da omzuna silip oraya en sıcağından yeni yükler koydu. Önce saçaklı kısmını kesmişti, oradan akan beyaz suyun acısı gözlerine doldu, kabuğu soydu. Omzundaki ıslaklık soğudukça yeni sıcak damlacıklarla orayı tekrar ısıtıyordu. Soğanı bahane etmese, elini kesip içinin acısını kesiğin acısıyla örtmese ağlayamazdı öyle durduk yere. Allah’tan sakardı da sağa sola çarptıkça, kırıp döktükçe, bir işi beceremedikçe hepsini üzüntüsüne perde eder yüzüne peçe eder ağlardı. Ne sulu göz kadındı. Sabah da dirseğimi kapıya çarptım diye dakikalarca ağlamıştı. Koca kadın şuncacık acıya dayanamaz mıydı? Dirseğinin acısına dayanırdı da işte dayanılmaz olan başkaydı. Sakarlık etmediğinde elindeki kitabı, televizyondaki filmi, gazetedeki haberi, bahçedeki yavru kediyi, kuruyan çiçeği, yetiştiremediği temizliği, yemeği bahane eder ağlardı. Yüzünü omzuna bir kez daha sıvadı. Tamamdı. Soğan doğrandı, bugünün zehri de kestiği yerlerden yüzüne gözüne omzuna aktı, ferahladı. Gitti elini yüzünü yıkadı, saçlarını başının üstünde topladı, omzuna dokunmadı. Teselli için kimse elini oraya uzatmasın diye dokunmadı, dokunanın eli yanardı, çok zaman geçmesine rağmen hâlâ sıcaktı. Bazı şeylerin ne tesellisi ne de telafisi vardı.
Telefonu çaldı. Arkadaşı “Aşure yapacağım da fesleğen ya da reyhan var mı sende?” diye soruyordu. “Yok!” derken pencere önündeki boş saksıya baktı. “Kuruttum ben onu!” dedi. Tüm dallarını kesip kurutmuştu gerçekten, sonra kökü de kurudu. Fesleğen miydi reyhan mı, mutfak penceresinin önünde yeşerip kuruyan bitkinin aslını hâlâ bilmiyordu. Göğsünden de uçup gitmişti kokusu. “Ben saklamadım kuruttuklarımı, senin tanıdığın biri varsa saklayan ona sor!” diyecekti uzatmadı, söyleyeceklerini yuttu. “Çocukları göndersene.” dedi arkadaşı. O da her zamanki gibi “Olur.” dedi kapattı. Kendisini yine çağırmadı. Çünkü kendince haklı sebepleri vardı, aldırmadı. Çağırsa gidecek hali dermanı mı vardı. Ne zamandır gülüşünü yüzüne takınıp da evden dışarı iki adım atmamıştı. Gün Allah’ın günüydü tükenmezdi belki ama bizim değildi ki. İnsanın günü tükenirdi. Fesleğenler ya da reyhanlar gibi ismini bilmediğimiz ama cismine ne anlamlar yüklediğimiz bitkiler gibi canlılığını yitirirdi. Mevsimi geçerdi. Ya kuru yapraklar gibi ufalanır ya kuru dallar gibi kaskatı kesilirdi. Eğip bükebilirseniz birbirine eklenebilirdi. Zaten gün dediğin birbiri ardınca sürünen çoğu birbirinin aynı halkalar değil mi? Halka, zincir herkes ömrüne esir. Hiç kopmayacakmış gibi gelen, kendiliğinden eklenen, kimine göre bedelsiz verilen ama bedeli istenen… Sefilce birbiri ardınca sürünen halkaların geçmişiyle değil de geleceğiyle övünen bu söz midesini bulandırdı. Belki de soğan kokusundandı, bunun da perdesi peçesi hazırdı. Hiçbir şey göründüğü gibi değilken etrafındaki herkes görüntüye kandı, kandırıldı. Böyle düşününce kendisinden de midesi bulandı ama içinde büyüyen öfke bu bulantıyı bastırdı. Öfkenin elleri vardı. Bazen bulantıyı bastırmakla kalmaz omuzlarından tutup sarsardı. Oradaki gözyaşı izlerini siler yükleri dağıtırdı. Omuzlarına dokunmaya bir tek öfkenin hakkı vardı. Sanki günler bol keseden kullanalım diye cebimizde halihazırdı. Bu nasıl bir aymazlıktı, şaştı. Neyin garantisini yanına almıştı, neyin güvencesi avcuna sayılmıştı? Söz tüm cansızlığıyla ağırlığıyla üstüne yığıldı. Umuttan çok umursamazlığın üstüne sindiği bu cümleyi de alıp diğerlerinin yanına götürdü. Söyleyenin mi yoksa cümlenin mi içi geçmişti bilemedi. Başta afallatan, düşündükçe içine oturan, içinden atmaya çalıştıkça kalbini kıran, gülüşünü solduran, gözündeki ışığı azaltan cümle yığınının üstüne öylece bırakıverdi. Kokuşmuş sözlere çatılmış kaşlarıyla seslendi: “Hey! Sen ve senin gibiler!” dedi. “Burada uslu uslu durun, olur olmadık zihnime doluşup aklımı bulandırmayın. Beni ondan ve hayattan soğutmayın, sakın kıpırdamayın!” Burası o tükenmeyen günlerin aksine tükettiklerini biriktirdiği yerdi. Sineydi. Üstündeki deriyi sıyırsanız görürsünüz, parmaklıklar ardında bekleyen sözleri. Önünde kaburga kemikleri. Olmuyor işte kimseler göremez, görüş günü yok ki. O sebepten hepsini istifledi, burada zamanın kucağına bıraktığı ölü cümlelerin eskimesini bekleyecekti. Zaman kendisinden ayrı değildi, zaman kendisiydi ama bu da iyileşmek için kullandığı bir yöntemdi. “Dışsallaştırma” mı ne deniyordu. Kendinden ayrı bir şeymiş gibi düşünecekti. Dışarıdan bakıp kendinden bağımsız olana, bir elini beline koyup bir elinin işaret parmağını da “Ayağını denk al!” gibisinden ileri geri sallayacaktı. Eskidikten sonra eskisi kadar can yakmamasını, kokularının midesini bulandırmamasını temenni edecekti. Bu cümleler öyle kolay imha edilemiyordu. Atsan atılmaz, satsan satılmaz, yaksan yakılmaz şeylerdi. Atmayı denedikçe sadece içine attı, satmayı denedi yalnız kendine sattı, yakmayı denedi bir tek kendi canını yaktı. O sebepten bir süre böyle bir yerde hapsetmeliydi. Böyle bir yerin olacağı aklına hayaline gelmezdi. Onun ağzından çıkan cümlelerin hep güzel suretlerde gezineceğini düşlemişti. İyi giyimli değil, çıplak ama eşsiz cümlelerdi hayali. Düşündeki cümleler için gemileri karadan yürütüp bir payitaht kurabilecek hevesteyken tüm gemileri yakıp dımdızlak Haliç’e inmişti. Soğanlar ince inceydi. Tavadan sıçrayan yağ eline değdi. İnceden düşündükleri de yine gözlerinden süzüldü. Ah şu beklenti. Hayallerimizin içine sinsice girdi. Olduk beklenmedik sözlerin bekçisi. “Avcının saklanıp av hayvanını beklediği yer, pusu.” diye tanımı yapılan bir kelimeden türemiş beklemek kelimesi. Bekçi de düşer miymiş pusuya hayret etti. Kendi kendimize kurduğumuz pusunun içine gönüllü girip bizi yaralayan, dağıtan cümleleri de özenle biriktirmek huyumuz da çok eski. “Allah’ın günü mü tükendi?” pusuya ya da pusudan arta kalanlara kattı bu boş vermiş cümleyi. Oraya düşen ilk cümlenin şaşkınlığını her seferinde tekrar tekrar yaşayışına hayret etti. Neden kendisini kırmasına bu kadar şaşıyordu. Galiba “Ben seni çok güzel severdim.” cümlesine fazla kapılmıştı. Hakikaten beklediği gibi sevileceğine kanmıştı. Hani hep hayalini kurduğu gibi üstüne titreyerek sevecek birinin varlığına onunla inanmıştı. Hepsi bundandı. Bu zayıflıktı, zaaftı. Anladığıyla anlayamadığı bir süre savaştı. Nasıl bu kadar hızlı kırmaya başlamıştı da iş sevmeye geldiğinde tükenmeyen Allah’ın günlerine sığınacak kadar yavaştı? Sevmeyi elinin altında duran bir sigara gibi dilediği zaman çakmakla ateşleyebileceğini sanıyordu. Öyle konuşuyordu, öyle yaşıyordu sorsan cevabı da çoktu da soruyu hakkıyla anlamamış olanın verdiği cevabın anlamı yoktu. Anlamsızlıksa karşıdakinden mana uman biri için ucu kütleşmiş bir oktu. Hemen saplanıverip öldürmüyordu. O elinin altındaki sigara ıslanmış olamaz mı, her daim nemli tutacak kadar gözyaşı aktı üstüne bakmadı mı? Hep bir şeylerin ardına saklanan gözyaşları yalnız kaldığında saklambaç oynamazlardı. O da öyle filmlerdeki gibi kendini yüzüstü yatağa atıp hıçkırmazdı. Sırtüstü sakince uzanır, yine sözler hatırlanır, gözpınarlarından değil yeni yeni kazayaklarının belirdiği yerden usul usul akıtılırdı. Belki daha yaşlanmamıştı da bu gözyaşları sırtüstü ağlama huyundan göz kenarına yol açmıştı. O yoldan saçlarına akar bazen kulaklarına varır fısıldardı. Suya anlatılırmış kötü rüyalar hani. Kötü sözler de gözyaşıyla akıp yine ona fısıldıyorlardı. Yanlış suya anlatmıştı. Rüyası çıkmasın diye akıp giden bir su bulmalıydı ama o kuyuya anlatmıştı. İçinden taştıkça da böyle dönüp dolaşıp yine kulağına fısıldıyordu.
Her şeyi kenara süpürüp baktığında geride kalan yine derin bir kırgınlıktı, âhtı. Şu kırgınlık kelimesini çokça kullandığından mı nedir, derinliği kalmamıştı. Bu yüzden mi anlamıyordu? Söyleye söyleye alıştırdığı kelimeye kendisi neden alışamıyordu o halde? Bunca ağır, bunca katlanılmaz, bunca iyileşmez bir duygu bir kelimenin içine girip söylendiğinde hafifliyor, alelade bir hal alıyorsa kendisine niye öyle gelmiyordu da her seferinde dünyası yıkılıyordu. Sözü duyanla yaşayan arasındaki kapanmaz farkı bir daha kavradı, kavrar kavramaz da var gücüyle sıktı, öyle dokunmalı öyle hissetmeli ki unutmamalı bu duyguyu. Bu bir gün yazısı değil de bir güz yazısı olacaktı. Sonbaharın sararmış yaprakları üstüne konacaktı, serinleyen hava çenemizin altından nazikçe tutup yağmur geliyor mu diye gökyüzüne baktıracaktı. Güz bolluğunun yanağına, şükür bir öpücük konduracaktı. Kuşlarla vedalaşılacaktı da işin içine elveda karışmayacaktı ama olmadı. Allah’ın günü güneşin umuduyla doğadursun onun içinde. Kendisinde günler kısaldı. Uzayacağı tarihi aklında da kalbinde de tutmadı. Kendini sorguladı, ağır yargıladı, dışarıdan baktı, beklemek ikisine de yaramıyordu. O uzayan günlerin adamı. Varsın kendi yaşasın yazı. Her giz soldurduklarımızda saklı ve her güz sonun baharı. Şu kulağına fısıldayan su, güz yağmuru, hepsini o anlattı.
Neye döküyordu bunca gözyaşını biliyor musunuz? Hani birinin avcuna sizin için çok çok çok kıymetli bir şeyi koymak istersiniz. Karşıdaki de sıkı sıkı tutsun bırakmasın sizinle aynı kıymette baksın. “Bunu benimle paylaşmanı istiyorum. Benim için çok kıymetli, nasıl anlatılır bilmiyorum ama Anka kuşunun tüyü sanki. Ya ömürde bir değer eline ya hiç. Öyle bakıyorum öyle görüp öyle hissediyorum anla beni. Aynı hisle bir kez tanış olur ellerin ve ellerim, bunu sıkıca tut e mi?” deyip avcunun orta yerine koyup parmaklarını bir bir üstüne örttüğünüz, elini sıkıca bastırdığınız ve gözünün içine bakarak içinizden taşan ne varsa onun içine akıttığınızı düşleyin. Yalvaran gözlerle delicesine… “Bu ânı tekrar yaşayamayız, mümkün değil, sıkıca sarıl erteleme!” dercesine… Sonra siz daha sözünüzü bitirmeden gözünüzü çevirmeden karşınızdaki parmaklarını gevşetiversin. Beklediğiniz gibi tutmasın verdiğinizi. Kayıp gitsin elinden, uçup yitsin. Aranızda sizin de elinizi bomboş bırakan soğuk bir rüzgâr essin. O anlık sıksa avcunun içinde yeterdi oysa, daha fazlası da mümkün değil zaten zamanı avcunuzda tutamazsınız ki. Ânı tutabilirdiniz, onu da paylaşmak istediğiniz kişi ziyan etti. Sadece bir kez mi? Defalarca gevşetti parmaklarını o da defalarca denedi ama n’aparsınız vücudun kabul etmediği organ nakli. Kendinizden bölmüştünüz oysa hepsini. Gözünüzün biri değerindeydi, o da görseydi ama göremeyince öcüler yedi, onun öcüleri…
Güz de beklemek demekmiş hani. Beklediğimize değmiş mi? Değmemiş! Değmek dokunmaktan yeğdir nezdimizde, daha zarif daha ince ama iş gönüle dokunurken kırmaya gelince bahardan uzaklaşalım sakince. Yine dibe dalıp oralarda basınçla ağırlaşıp hızla yüzeye çıkıp hafiflemiş gibi bir hal aldı yazılanlar. Lay lay loy hepsi suyun üstünde oynaşıyor. Zaman zaman böyle boğulmayı denerdi de işte yaşamak hevesi, kendini bıraktığında suyun yüzüne çıkıverirdi. Neyse gizdi, güzdü, hüzündü… Hepsi esasında bizim sonbahara yüklediğimiz, yakıştırdığımız, kendimizle karıştırdığımız şeylerdi. Nihayetinde o da mevsimlerden bir mevsim. Burada oyalanmayalım bu sefer. Beklemek manasına gelen bir mevsimde doğanlar ömrünce bekler, diye düşünmeyelim. Burada doğmuş olsak da burada kalmayalım biraz büyüyelim, ilerleyelim. Hem kış da çok güzel bir mevsimdir. Bazı hayvanlar depoladıklarıyla konforlu bir uykuya yatarken bazı insanlar biriktirdiklerine bakıp uyanık kalırlar. Kışı atlatsınlar baharda, biriken cümlelerin tozunu alırlar, havalandırırlar, gün ışığına çıkarıp öyle bakarlar. Bir zamanlar cesetti bunlar, kış hazırlığında kurutuldular. Kaburgalarını kıracak cesareti bulurlarsa acıya dayanıp tüm cümleleri ve cümlelerin sahibini oradan uğurlarlar. Bu defa yanlış suya anlatmazlar, akıllandılar. İnsan bunlar, dahası kadınlar. Soğan doğrarken ağlarlar. Günün yaşını; gözün yaşından, güzün yaşından ayıramaz etrafındaki insanlar. Öyle de oyunbazlar ama kolay aldanırlar, sonra oturup kendilerine acırlar. Duygularına sarınırlar, her şey gözlerinin önünde çırılçıplak dursa da -utandıklarından mı usandıklarından mıdır nedir- gözlerini kapatıp sevgiye inanırlar, içlerinden yüze kadar sayarlar ama kimseyi aramazlar, güzlerini açıp koynuna saklanırlar. Akıllarını kullanabilirlerse yırtarlar ama önce -hani lay lay loydan önce- dibe batmalılar. Çıktıklarında Allah’ın günlerini tüketip zamansız yaşayacaklar. Kafasında cevabını bilip de bilmemezlikten geldiği açık uçlu sorular:
Sarılar düşmüş yeşillerin arasına. Neden bazı yapraklar ötekilerden önce sararır? Neden saçlarımız bir günde beyazlamaz? Her şeyin böyle yavaş yavaş olması bir işkence midir yoksa bir lütuf mu? Onun için hep işkence sanki. Bu sebepten zamansızlık iyi. Güz… Bir daha aynı dalda yeşeremeyecek yaprakların mevsimi. Yaz, düşen ilk yaprağı saklamaya çalıştığımızda bitmişti. Defterlerin kitapların arasına sığmıyorlar artık. Her şey güz gibi ortada şimdi.