
VAKİT ÇOK GEÇ
Sigaram bitmiş aksiliğe bak. Tam da hikâyenin ortasındayım. Kalksam mı kalkmasam mı, yazsam mı yazmasam mı? Şu kapıya kadar getirenlerden de hiç hazzetmiyorum. Bir paket sigara için insanları ayağıma mı çağırayım. Oturduğumuz yerden kalkmayalım tabi zamandan tasarruf oooh ne istiyorsak kapıya gelsin kıpırdamayın. Kıpırdamamışken bir de fotoğraf alalım. Fotoğrafın arkasına da not düşelim. “Kendi çıkarını düşünen bireylerin eylemleriyle toplumun refahını bütünleştirir.” Kapitalizmle bütünleştiysek refah içinde bir poz daha alalım miskinliğin fotoğrafı olsun. Bitmedi daha, hadi gülümseyin. Fotoğraftan sonra yine somurtursunuz bu son pozunuz. Bakın bu fotoğrafın adı da sanal yaşam. Sadece ekrana gülümseyen insan… Elimi kaptırsam kolumu kurtaramam bu düzenden diye korkuyorum. En iyisi hiç bulaşmamak, hadi kalk Sabit kendi sigaranı kendin al. Hava kararıyor en yakın yer karşıdaki yeni açılan market. Kapanırsa daha uzağa bakkala yürürsün ona göre. İlham da uçar gider yarım kalır başladığın hikâye.
Ceketimi cüzdanımı alıp çıkayım. İki tarafına da arabaların park edildiği yolu kıvrak adımlarla geçtim mecburi istikamet olarak belirlenmiş marketin giriş kapısındayım. Sigaralar çıkış kapısında kasanın yanında ama el mahkûm tüm marketi dolanıp öyle çıkışa varacağız, gözümüz takılacak lazım olan olmayan ne varsa alacağız. Hatta asıl alacağımızı da unutup “Oh ne güzel şeyler aldım pek uyguna.” sevinciyle çıkıp gidebiliriz bile. Düzen böyle, insana asıl ihtiyacını unutturup ihtiyacı olmayan ne varsa kucağına koyuyor, postalıyor. Sağa sola bakmadan yürü oğlum bu sabah yeni ürünler gelmiştir neme lazım şeytana uyup sigara parasını kül tablasına yatırmayalım. Hadi kurtardık kasadayız, "Şuradan bi paket sigara.” diyeceğim ama bir olağandışılık var kasada.
Kasanın yanına atıp yerleştiği sandalyede misafirliğe gelmişçesine, ilk bardak çayını içmiş de ikincisini istercesine telaşsız oturuyor. Çayımızdan bir yudum alalım, bardağı çay tabağına koyarken iki lafın belini kıralım edasında kasiyere siparişlerini sıralıyor.
- Yavrum pirinç var mı bir paket al da geliver hadi pilavlık olsun osmancık.
Kasiyer çocuk koşuyor gidiyor, teyzemizin istediği pirinci bulup raftan kaptığı gibi kasaya getiriyor.
-Salça alacağım biber salçası olsun ama bi kutu da yoğurt getiriver bana.
Salçayla yoğurt da yerini alıyor pilavlık pirincin yanında. Teyzemiz bakıyor güzel manzara… Hadi hayali çay bardağımızdan bir yudum daha. Hep birlikte geçelim “Eeeee daha daha nasılsınız çoluk çocuk nasıl?” faslına:
-Tereyağı da alacağım üç paket de makarna.
Kasiyer çocuk üçüncü turu da atıp gelmenin yorgunluğuyla teyzemizin karşısında duruyor, gözünün içine bakıyor. Tam “Elinize sağlık evladım ziyade olsun.” deyip bardağın üzerine çay kaşığını tersine kapatıverecekken tekrar soruyor:
-Soğan var mı soğan sana zahmet iki kilocuk tartıver oradan.
“E hadi madem bi bardak daha içeyim de kalkayım seni kırmayayım.” evresine çok yakınız hepimiz hissediyoruz derkeeen:
“Limonu koydun muydu yavrum akşama ekşili köfte yapacağım.” deyince hepimizin yüzünde ister istemez bir ekşime. Ama gıkımız çıkmıyor tabi ne kasiyerde ufacık bir sızlanma ne bizde sabırsızlandığımıza dair bir kıpırdanma. Biz zaten büyük bir teslimiyetle sırada bekliyoruz artık. Teyzemizin ardı arkası kesilmeyen teeek teeek verdiği siparişlere ilgiyle bakıyoruz. Kasiyer yavrum git gel git gel alnında boncuk boncuk ter. Teyze gayet sakin hiç acelesi yok. Ateş almaya mı geldik ayol, şöyle geniş geniş yapalım alışverişimizi tabi. Aklına geldikçe söylüyor, kasiyer bir koşu gidip bulup getiriyor. Her şey çok olağan. Kasiyerin işi teyzenin siparişlerini bulup getirmek bizim işimiz sırada beklemek. Bölünmemesi gereken bir töreni, huşu içindeki bir ibadeti izler gibiyiz. Ne zaman esselamü aleyküm ve rahmetullah diyecek de sağına soluna selam verip bizi görecek, ne zaman “Beni dinlediğiniz için teşekkürler!” deyip kürsüden inecek diye düşünürken kasiyer çocuk dokuzuncu kez gidip geldikten sonra üç kilo patatesi nefes nefese kasaya bıraktı. Malum ekşili köfte yapacağız akşama patates lazımdı.
-Hesaplayıver şunları da alıp gideyim evladım, hadi.
Hepimiz elimizi yüzümüze sürerek “Veleddaaallin âmin!” deyip “Allah sabrımızı kabul etsin.” dilekleriyle bir iki adım atıyoruz, ellerimizi birbirine vurmadan içimizde çoşkulu bir şekilde teyzeyi alkışlarla uğurluyoruz. Önüne taşlar yığılıp akışı yavaşlatılmış durgun suyun önünü açarcasına ağırlaşan zamanı hızlandırıyoruz. Dııt dııt dııt dıııt sesleriyle tekrar akmaya başlayan zaman; bandın üzerinden kayan pirinç, tereyağı, makarna, patates, soğan suretinde ilerliyor.
Her neyse bandın üstünden kayan zamanı bir poşete koyup yolcu ettik teyzemizi marketten dışarı. Yine bekleriz teyzeciğim ayağınıza sağlık, bir dahakine daha erken buyurun gelin de uzun uzun oturalım inşallah, haydi selametle…
Markete gelmeden önce sen misin modern yaşam felsefesi yapan hadi buyur, al sana eski usul. Teyzeciğim kapitalizmden hıncını ne güzel aldı öyle. Sen de oturduğun yerden yaz, konuş dur Sabit. Bak kadına sahaya inmiş eylemde.
Elimdekileri öderken kasiyerle göz göze geldik. İkimizin de gözünde aynı hin bakışlar dudaklarımızda aynı muzip gülümseme. Market kapanmak üzere… Sigarayı aldım çıktım, ardı ardına iki üç tane içtikten sonra kasiyer de işini bitirip yanıma geldi. “Hadi!” dedim “Düş önüme.” “Yine mi abi?” dedi ama ben biliyorum benden hevesli. Yürüyor, yürüyor, yürüyoruz evleri sokakları bir bir geçiyoruz. Merkezden epey uzaklaştık çevre yoluna yakın bir yerde koca koca meşe ağaçlarının içinde tarlaların kıyısında bir ev. Yarı kerpiç yarı sıvasız tuğla, pencereler pvc değişmiş, çatıya iki petekli bir güneş enerjisi takılmış, mavi boyalı demir bir kapı. Kapı önünde bakkalların önüne, kaldırıma konan eski tip rengi solmuş birkaç raf, ayakkabılık niyetine kullanılan. Yoğurt kovaları peynir tenekelerinde filizlendirilmiş meşe palamutları evin önünü almış yürümüş. Eskiyle yeni… Bir ayağına topuklu diğerine düz taban giymişsin gibi. Aksak bir hayat manzarası gibi görünse de insanı içine çeken bir düzeni var. İçimizden bir tereddüdün romanı geçse de dönülmez akşamın ufkundayız artık vakit de çok geç. Birbirimize bakıp demir kapıyı aynı anda çalıyoruz zangır zangır. Kapı soğan kokulu bir meltemle açılıyor.
- Hayırlı akşamlarınız olsun teyzeciğim tanrı misafiri kabul eder misiniz?
-Ne demek evladım buyurun, geçin içeri.
Teyze bizi görünce anlık afallasa da pek çaktırmıyor içeri buyur ediyor. Ama teyzeciğim niye şaşırıyorsun ki bu çocuk o kadar koşturdu senin için, ben keza öyle yarım saate yakın sırada bekledim seni. Şimdi gelip yemeyelim mi bir tabakçık ekşili köfteni.
-Siz oturadurun evladım da ben şu yemeği ocağa koyup geleyim. Akşam öğünü geçmez Allah ne verdiyse beraber yiyelim.
Hiç itiraz etmiyoruz tabi “Zahmet etmeyin biz kalkacağız birazdan.” falana da gerek yok zaten niyetimiz belli. O yemeği güzelce yiyeceğiz ve teyzemizin şu ağır yaşam felsefesini öğreneceğiz. Herkesin hızlı çekim oynadığı videoda kendi sahnene gelince ağır çekim tuşuna basıp bizi de sahnede yavaşlatıyorsan bunun hesabı sorulmalı. Hem bu telaştan azade tavrının da bir sebebi olmalı. Öyle değil mi ya? Hiç kimse için acele etmeyen birini her gün görmüyoruz ki. Görmüşken yakalayalım bir mercek altına alalım sırrını öğrenip hayatımızın tekerine takozu bir koyalım, orda bir duralım.
Yemek pişiyor, sofra kuruluyor, afiyetle yenilip içiliyor. Mutfağı toparlayan teyzemizi beklerken bakıyorum ikimizin de oturduğumuz mindere kedi gibi kıvrılası var. Bekar adamlarız önümüze sofra gelmiş kaygısızca yemişiz, yemeğin rehaveti üstümüze bildiğin çökmüş “Hadi şuracığa uzanıverin.” diye bastırıyor da bastırıyor. Neyse ki teyzemiz mutfaktan elinde çay tepsisiyle çıkıp geliyor da uykumuz açılıyor. E marketteki misafirliğin iadeiziyaretinde çay olmazsa olur mu. Şöyle ağır ağır yudumlayalım, bardağı çay tabağına koydukça konuşalım.
Muhabbet uzun sürdü. Teyzemiz bizi yolcu ederken saat bire geliyordu. Kasiyerle kapıdan çıkıp biraz adımladıktan sonra koca koca meşe ağaçlarının karanlığa uzanan dallarına baktık kaldık. Böyle aşağıdan bakınca ağaçlar geceyi ayakta tutan direkler gibi. Geceyi ve belki de hepimizi, her şeyi…
-Abi ne insanlar var be! Gençliğinde güzel kadınmış da ama baksana seçtiği hayata. Hani küçümsediğimden falan değil de duymadım görmedim abi ne bileyim şaşırdım, afalladım. Demek her şeyi yapabiliyor insan yufka yürekli olunca. Düşünsene babanın bakkal dükkanında çalışan çırağa âşık oluyorsun yıllarca söyleyemiyorsun üstelik çırak şey neydi abi otistik mi dediydi? Tek yaptığı saksılara meşe palamudu dikmek arada da getir götür işleri. Ama nasıl anlattı öyle içim eridi. Topladığı palamutları her gün aynı özenle suda bekletişini, saksılara toprakları koyarkenki titizliğini, palamutları gülümseyerek okşayarak toprağa gömdüğü anın neşesini… Yıllarca hayran hayran seyretmiş ezberlemiş her saniyesini. Demek insan sevebiliyormuş her gün aynı şeyleri yapan birini. Çırağı başka bi kızla evlendirip bakkal dükkanından alıp memuriyete sokmasalar ömrünün sonuna kadar da izlermiş ha ben hissettim abi. Türk filmi sahnesine girip çıkmış gibiyim şöyle arkama bakıp evi orada görmesem rüyaydı diyeceğim geliyor. Sen niye hiç konuşmuyorsun abi teyze söyleyip evlenemez miydi çırakla ne olacak dünyanın sonu değil ki böyle bitmeseydi diyor insan, filmin sonu içime sinmedi.
-Bazen geç kalır insan oğlum. Şuydu buydu derken, nasıl olduğunu bilemeden, kafasında tartıp düşünürken zaman hesapsızca akıp gider. Belki de hiç bozulmasın ister. Olduğu gibi gözüne mükemmel görünür her şey. Öyle uzaktan sevmek hoşuna gider. Cesaret edemez hayalindeki manzaranın içine girmeye. Ya hayallerinde süslediği kadar değilse. Ne çok korkumuz vardır. Korkularımızdan soyunup yaşamak bizi utandırır. Bozulmasını istemediğimiz bir büyü yarım bırakır öyküyü. Kime ne diyeceksin içinde yaşamış ağzını açıp bir kelam edememişsin. Bundan sonrası pişmanlığınla baş başa ev arkadaşlığı. Hem sen o kadar dert etme. O böyle yaşarken de mutludur. Aşk onun için kafasındaki kurgudur. Oynarsa tadına varamayacağından endişe ettiği oyundur. O yüzden susmuştur. Hepimiz âşık olurken cahilce cesuruz da iş söylemeye gelince ketumuz. Hadi normalde varsın anlasın karşıdaki de bu da öyle sıradan bir sevda değil ki. O meşe palamutlarını gözünün yaşı sulamıştır. Gönlünce yaşamayı değil de acıyı kendine yakıştırmıştır bilemezsin. Bizi yolcularken fark etmedin mi gözleriyle başını okşuyor saksılardaki fidanların. Muhtaç bir çocuğu sever gibi.
İkimiz de gayriihtiyari başımızı yukarı kaldırıp tekrar ağaçlara bakıyoruz aynı anda. İç çekişimizde duran bir yığın söz verdiğimiz nefesle göğe karışıyor. Kapıyı çalarkenki şarkılı şiirin devamı dilimize dolanıyor. “Bu son fasıldır ey ömrüm nasıl geçersen geç.” Karanlığa bıraktığımız hisler ve kelimeler zamansız dolaşadursunlar. Vakti gelince bir bakkal dükkanının önünde, ekilen tohum olurlar birinin kalbine. Teyze de “Ya şevk içinde harap ol ya aşk içinde gönül!” işte.
Evdeki hikâyeyi yarım bırakıp çıktım ama nasibimdeki hikâye beni bırakmadı buraya kadar sürükledi. Gidince kâğıdın sağ üst köşesine tırnak içinde alıntımızı yazıp başlayalım:
“İnsan bir kere birine geç kalır ve bir daha hiç kimse için acele etmez.”
Yaşar KEMAL